02/07/11 - SendeSev.com

Hot

Post Top Ad

7 Şubat 2011 Pazartesi

Geometrinin Mimari Eserlerdeki Önemi – Modern Mimari ile ilgili Bilgiler

22:51 0
-20.Yüzyılın Modern Mimarlık Akımları:
1897 yılında J.J. Thomson elektronu buldu. Artık atom Grek asıllı adından sanıldığı gibi bölünmez değildi ve böylelikle yeni bir çağ açılmış ve beraberinde modern fiziğin temelleri atılmış oluyordu. Sanat tarihçiler modern sanatla modern fiziğin aynı zamanda doğduğunu çünkü ikisinin de aynı düşünceden başladığını savunurlar. Mimari akımların her birinin de yaşandığı dönemde görülen sanat akımlarıyla bağlantıları vardır.
1-FÜTÜRİZM: (1909)
20.yüzyılın ilk on yılı içinde gelişen sanat ve mimarlık dünyasının en ilerici , en yenilikçi , özgün ve ileri hareketidir. 20 şubat 1909 ‘da yayınlanan 1.fütürist manifestosu (bildirgesi) onların estetik anlayışlarını şöyle ifade eder. “Biz tehlike , enerji ve yalınlığın şarkısını söyleyeceğiz ve açıklıyoruz ki dünya yeni bir güzellikle zenginleşmektedir. Hızın güzelliğiyle, yılankavi egzos borularından çıkan patlayıcı nefesiyle bir yarış otomobili kükreyerek giderken makinalı tüfek gibi sesler çıkaran bir otomobil antik güzelliğin simgesi olan Yunan heykellerinden kat kat güzeldir. “ Mimari alanda Antonio Santella ve Mario Chiattone fütürizmin anlayışına uygun eserler ortaya koymağa çalışırlar. Santella projelerini hazırladığı Citta Nuova ‘da göktırmalıyanlar, metrolar, asansörler, farklı boyuttaki trafik şeritleri gibi ilginç ve yeni fikirler kullanmıştır ve konuyla ilgili olarak “Modern kentlerimizi muazzam bir tershane gibi yaratıp yeniden inşa etmeliyiz. Her yer hareketli ve dinamik, modern binalar ise dev bir makine gibi olmalıdır.” Ancak onun bu radikal ve ilerici görüşleri 50 yıl sonra Paris’teki Pompidou iş merkeziyle bir ölçüde gerçekleşecektir. Ona göre mimarlık sadece fayda ve pratikliğin kuru bir birleşimi olmayıp bir sanattır. Buda sentez ve ifade demektir. Santella geçmişin klasik ve statik estetiğine karşı çıkmakta ve taraftarlarıyla beraber “ Mimari Dinamizm “ dediği değişim ve hızdan kaynaklanan canlı bir estetiğe ulaşmaya çalışmaktadır. Yine ona göre eğik ve eliptik çizgiler öz tabiatlarından dolayı dinamik olup dik ve yatay çizgilere göre bin kat fazla duygusal güce sahiptir ve dinamik bir mimari onlarsız düşünülemez.
2- NEO-PLASTİSİZM : ( De Stil ) (1917)
20. yüzyılın anti-natüralist soyut sanat anlayaşındaki topluluklardan biride Hollanda’da Piet Mondrian gibi ressamlar, Gerrit Rietveld gibi mimarlar, heykeltraş Vantangerlo, Hugo Ball, Jean Arp gibi şairlerin başını çektiği grup 1917 yılında çıkardıkları De Stil dergisinde görüşlerini ifade ederler. Topluluk elemanlarından Doesburg ve Mondrian yeni hareketin teorik ilkelerini ortaya koyma ve bu ilkeler doğrultusunda eserler vermekte grubun önde gelen kişileri olmuşlardır.
Mondrian’ın tüm resimlerinde aynı espri hakimdi. Beyaz bir fon üzerinde nötr biçimler olarak adlandırdığı kareler, dikdörtgenlerden oluşan kompozisyonlar yapıyor, daima dik açılı düzende çalışıyor ve bunları kırmızı, mavi, sarı renklerle boyuyordu. Ara çizgilerde siyah, beyaz veya griden oluşuyordu. Mondrian’ın bu ısrarlı tutumunu daha da uç noktalara götüren Kasimir bütün tual üzerine tek bir kare koyarak total rasyonalizme ulaşmıştır.
De Stil’ in etkileri mimarlık alanında önemli olmuş ve onun değerleri ön plana alınarak Bauhaus ekolüne kadar ulaşmıştır. 1920’lerde Le Corbusier tarafından savunulan Punizm, Mies Van der Rohe tarafından daha da ileri götürülmüş ve Mondrian-Kasimir etkileşiminde olduğu gibi Le Corbusier – Van der Rohe etkileşiminde I.T.T. mimarlık okulu binasında total bir mekana yani tüm binanın bir dikdörtgen prizma mekan şeklindeki ifadesine ulaşılmıştır. Yani saf, yalın, soyut, geometrik, dik açılı, biçimlerle kompozisyon yaratmak.
Doesburg mimarilerini karşıt-kübik olarak niteleyerek şöyle açıklar : Buda fonksiyonel mekan hücrelerini kapalı bir küp içinde dondurmaya çalışmaktan kaçınmak demektir. Bunun yerine taşan düzlemlerden balkonlarda olduğu gibi fonksiyonel mekan hücrelerini küp yada yapı merkezinden dışarı doğru merkezkaç kuvvetin etkisiyle fırlatır ve böylece yükseklik, genişlik, derinlik ve zaman yaklaşımlarıyla yeni plastik ifadeler elde edilir. Böylece mimaride aşağı –yukarı uçan bir görünüm kazanır ki buda doğanın yer çekim yasalarına karşı gelmektir, harekettir. Doesburg bu ifadesiyle bilinen geometrik formlara karşı çıkmaktadır.
Amerikalı Frank Lloyd Wright , Doesburgun teorisini geliştirmiş ve onu “kutunun parçalanması” diye adlandırmıştır. Ayrıca Wright ünlü Şelale Evini de bu teorinin ışığında tasarlamıştır. Teoriyle ilgili olarak Doesburg “önceden kararlaştırılmış tip” form anlayışına diğer deyişle tümdengelim yaklaşımına karşı çıkmakta ve “dıştan” kaynaklanan geleneksel estetik ağırlıklı mimari tasarım yöntemini reddetmektedir. ona Göre mimar yaratacağı binasının bitmiş formunu önceden tayin etmemelidir. Çünkü bu durum tümdengelim bir davranış olup bazı estetik formülleri peşinen kabul etmek demektir. Doesburg mimarın pratik yaşam isteklerinden yola çıkmasını ister. Böylece içten dışa gelişen mantıksal adımlarla problemi parçalara bölerek çözüm arama yöntemi gelişir ki bu işlevci ve tümevarımcı bir yaklaşımdır. Bu yöntem sonucunda mimari forma ulaşılır. Bu nedenle tümdengelim yönteminde form verme söz konusu iken, tümevarımda ise form bulma söz konusudur. Ancak mimarlık hem fonksiyona hem de estetiğe cevap vermek üzere çift amaçlıdır. Dolayısıyla mimari bir eserin başarılı sayılabilmesi için işlevsellik ve güzellik kriterlerini bir arada bulundurmalıdır. Ancak yinede De Stilcilerin yönteminde bile tasarım aşamasının sonunda inşaat aşamasına geçmeden form belirlenmiştir.
Fran Lloyd Wright’ın 1936’da Pennysylvania’ da gerçekleştirdiği Şelale Evinde Doesburg’un teorisinde belirttiği gibi fonksiyonel mekan birimleri küpün yada yapının merkezinden dışarı doğru fırlamış ve mimari eser uçan bir görünüm kazanmıştır.
Tarih boyunca geleneksel şekilde toprağa bağlanmış tüm kütlesiyle yere oturmuş binalar bu kütlelerde olduğu gibi topraktan kurtulma çabasında olup tıpkı bir ağaçta olduğu gibi toprağa minimum temas eden ve yukarı doğru genişleyen bir biçim kazanmaktadır. Betonarme, çelik gibi çağdaş malzeme ve teknolojilerle bu yeni fikirler hayata geçirilmeye başlanmıştır.
Portoghesi ve Vittoria Gigliotti’nin StMarinella’daki apartmanı ve Mashe Safdie’nin Montreal’deki toplu konut yapılarında önceden belirlenen bir form anlayışı yoktur. Ana kitleden fırlayan fonksiyonel mekan birimleri bütüne yada mimari forma dinamizm kazandırmaktadır. Önceden belirlenmemiş bu tasarım yöntemiyle varolacak sonuçta bir defaya özgü orijinal bir form olacaktır.
Bazı mimarlarda bina cephelerini bir Mondrian ve Doesburg resmi gibi ele almışlardır. Gerrit rietveld’in Hollanda Utrecht’teki Schröder evi, De Stil grubunun mimari ölçekte iki boyutlu ifadesi vardır. Dikdörtgen ve karelerle yapılan dik açılıcephe kompozisyonunda, renklerde aynı espri çerçevesinde kullanılmıştır. Sarı, kırmızı, mavi. Bu tutumun aşırı bir örneği olarak bina cephesini adeta soyut bir Mondrian resmi gibi ifade eden Paul Rudolph’un tasarladığı evi gösterebiliriz. Binaya dıştan bir eklenti niteliğinde olan ve iç fonksiyondan kaynaklanmayan bu tür biçimci bir tutumun mimari başarı kriterleri arasında yer alması kuşkuludur.
3- FONKSİYONALİZM:
İşlevsellik çağdaş mimarinin dayandığı temel tasarım ilkelerinin en önemlilerinden olup Amerikalı mimar Louis Sullivan tarafından mimarlıkta kullanılan “biçim işlevi izler” sloganına dayanır. Gerçektende pratik işlevlere çözüm arayarak yola çıkan bir tasarımcı işlevsel yöntemle bir biçime ulaşır. Ve bu biçim yada form mimarlığın ana kriterlerinden ilki olan işlevselliği yerine getirir. Eğer bu biçim sağlam inşa edilmişse rüzgar, zelzele gibi güçlere dayanabiliyorsa işlevsel bir form yani bir bina yaratılmış demektir. Ancak bu yapının estetik değerlerinin büyüklüğü onun mimari değerlerinin de ölçütü olacaktır. Bu değer yüksek düzeydeyse mimarlıkta yüksek, orta ise mimarlıkta ortadır. Eğer bu değer olumsuz ise mimarlıkta olumsuzdur. Dolayısıyla ortada güzel olmayan mimarlıktan uzak bir yapı vardır.
4-PURİZM:
Bu akım Le Corbusier ve Amedeé Ozenfant tarafından yaratılan bir hareket olup ikili düşüncelerini 1918’de beraber yayınladıkları Aprés Le Cubism (kübizmin sonrası) adlı kitapta açıklamışlardır. Bu kitap Volter’in bir ifadesi ile başlar; ”Gerileyiş işin kolayına kaçmanın , iyi yapmaktaki tembelliğin, güzele olan ilgisizliğin ve acayip zevklerin bir ürünü olarak ortaya çıkar.” Kitabın son cümlesi ise puristlerin konuya yaklaşımını verir. Bir sanat eseri “Rastlantısal, seri dışı, izlenimci, tepkici ve pitoresk(sevimli) olmamalı ama bunlara karşın genelleşmiş , statik ve değişmezliğin bir ifadesi olmalıdır.” Açıkça belirtildiği üzere bu ikili sanatta evrenselliği, durağanlığı savunmakta, kişiselliğe ve dinamik davranışlara sırt çevirmektedir. Bu kitapta ilginç bir değerlendirme vardır. “Bana Amerika’dan getirdiği fotoğrafları gösterdi –buğday siloları- bunlar sanatçılar tarafından değil ama tanınmamış mühendisler tarafından tasarlanmıştı. Onların üstün güzelliği beni çarptı. Zaten az olan süslemelerini boya ile örtünce purist bir tasarım meydana geldi. Purizmin ideolojisi içinde güzellik; saf, yalın birincil formlarda bulunmuştu. Küpler, koniler, silindirler, piramitler en güzel formlardır.” Corbusierin güzellik anlayışının kökleri antikiteye kadar gider. Sümerlerden, eski Mısır, eski Yunan’dan gelen Rönesans’ta tekrar ortaya çıkan ve genelde klasik olarak adlandırılabilen bu anlayış 20 yüzyıl sanatında Corbusierin öncülüğünde Purizmadı altında devam etmektedir. “Yalınlık yoksunluk demek değildir; amacı saflıktır, arındırmaktır.”
Puristler için form birincil ve ikincil olmak üzere ikiye ayrılır. Örneğin bir küp herkes için aynı plastik anlamı taşır. Oysa spiral bir form bazıları için yılanı ve bazıları içinde bir girdabı anımsatabilir. Bu tür formlarda ikincil formlardır. Birincil formlar purist yapıların esası olarak kabul edilir. Corbusier 1911’de İstanbul’a geldiğinde camilerin bir analizini yapmıştır. “kütlelerinde geometrinin disiplini vardır:kare-küp-küre, planda ise tek eksene göre dikdörtgenvari bir kompleks. Dolayısıyla Corbusier’in Osmanlı Mimarisinde purizm ilkelerini bulduğunu söyleyebiliriz. Purizmin formları kişisel formlar olmayıp anonim, evrensel, genel-geçer, rasyonel formlardır ve bunlarla yapılan sanat eserleri ve kompozisyonlarda evrensel olacaktır. Böylece purizm rasyonalizme yol açıyor ve giderek “uluslar arası mimarlık akımı” doğuyordu.
LE CORBUSİER:Corbusier’in purist-rasyonalist karakterde verdiği eserler 1920-1950 arası onun klasik dönemini içerir. Bu eserler arasında Citrohan Evi(1920), Centro Soyuz(Moskova-1928) ve göreceğimiz eserler sayılabilir.

VİLLA SAVOYE: (1929-1931)-Poissy
Ev yerden yükseltilmiş bir kutudur ve çepeçevre şerit şeklinde olan sürekli pencereleri vardır. Le Corbusier yapıda U biçiminde olan 1.kat planını bir kareye tamamlamış böylece oluşan kübün pencereleme şeklini de yatay bantlar şeklinde ifade etmiştir. Diğer bir deyişle binaya dıştan baktığımızda üstü açık balkon bölümünü göremeyiz. Çünkü bu bölümün cepheleri de salon pencereleri gibi gösterilmiştir. Kübün 4 cephesinde kesintisiz dönen yatay pencere bantlarının arkasında farklı hacim ve işlevler yer almıştır. Küp formu yalnızca çatı katındaki güneşlenme yerini çevreleyen silindirik duvarlarla bozulmakta ve statik değişmez kütle bir ölçüde hareket(dinamizm) kazanmaktadır. Bina geometrik oranlarıyla geçmişe bağlanırken geleneksel yapılarda olduğunun tersine yere bağlanmamış yerden koparılıp ince kolonlar üzerine alınarak adeta uzayda-boşlukta durması sağlanmıştır. Renk olarak beyazın seçilmesi doğanın ve gökyüzünün değişen renkleriyle bir tezat oluşturması ve yapının uzaklardan fark edilmesini sağlamıştır.

Corbusier’in bu yapısı çağdaş mimari ve teknolojiyle , çağdaş konstrüksiyon arasında 5 noktada bağlantı kurmuştur:
1-Kolonlar bütün yükleri alarak taşırlar ve duvarları taşıyıcı olmaktan kurtarırlar.
2-Yapının taşıyıcı iskeleti ve duvarları fonksiyonel yönden birbirinden bağımsızdır.
3-Bağımsız plan:Betonarme iskelet sadece bir teknik özellik olarak değil aynı zamanda estetik bir öğe olarak kullanılmıştır. Bölme duvarları ise iç mekanı tanımlayıcı öğelerdir ve bu tarz yapıların çok katlı örneklerinde kat planlarının her katta değişik olarak düzenlenebilmesi mümkün olmaktadır.
4-Bağımsız cephe.
5-Çatı bahçesi:Bu yapıyla düz çatılar kullanılabilir hale gelmiştir. Ayrıca çatıda binanın zeminde kapladığı kadar bir alanda bahçe yapma imkanı doğmuştur.

Corbusier Paris’teki İsviçre talebe yurdu binasının da saf dikdörtgen prizmatik kütleyi güçlü kolonlar üzerinde yükselterek zemini boş bırakmıştır. Bu binada merdiven, asansör, tuvalet gibi ikincil işlev elemanları(servis mekanları) ikincil formlarla ayrı bir parça olarak ana kitleye bağlanmıştır. Böylece “saf prizma” etkisi ikincil formlarla zenginleştirilirken tasarım yöntemi de tümevarım yönünde ağırlık kazanmıştır.

Corbusierin Marsilya’da gerçekleştirdiği toplu konut binası da önceki yapılarla aynı ilkelere dayanır. Saf prizma, sağlam kolonlar üzerinde yükseltilerek zeminden koparılmıştır. Prizmanın dış örtüsü ise balkonlar ve güneş kırıcılar dolayısıyla üç boyutlu olup bu cephelere gölge ışık etkisinin hareketliliğini kazandırmıştır.

LUDWİG MİES VAN DER ROHE:

FARNSWORTH EVİ:

Bu yapı Corbusier’in yapılarında olduğu gibi geleneksel şekilde temel duvarlarıyla yere bağlı olmayıp çelik kolonlar üzerinde topraktan ayrılmış camdan, saf, yalın, dikdörtgen bir prizmadır. Sanatçı bütün eserlerini en ince noktasına kadar düşünmüş ve tasarladığı “cam kutular” usta bir kuyumcunun yonttuğu kristaller gibi değerlendirilmiştir.

Van der Rohe’un eserlerini iki şekilde inceleriz:

1-1937yılına kadar süren Avrupa’daki çalışmaları:

Berlin (1919-1921) : 2cam gökdelen projesi
Stuttgart (1927) : Weissenhof Sitesi
Krefeld (1928) : Lange evi
Barcelona (1929) : Almanya Pavyonu
Çekoslavakya (1930) : Tugerdhat Evi
“ (1931-1938) : Avlulu Ev Projeleri

2-1937 yılında politik baskılar sonucu Almanya’yı terk edip ABD’ye yerleşir ve çalışmalarını burada sürdürür.

İllinois Teknoloji Enstitüsü
Chicago Konutlar (1948-1951-1957)
Farnsworth Evi (1950)
Almanya (1953) : Mannheim Tiyatro Binası
Chicago (1954) : Kongre Salonu Projesi
Küba (1959) : Bacardi Bürosu
Newyork : Citrohan
Berlin (1968) : Milli Galeri

Rohe tüm bu eserlerde daima dikdörtgen prizmatik formları yalın ve saf biçimde kullanmış ve düşüncesini şöyle açıklamıştır “Biz formel problemlerle uğraşmayı kabul ediyoruz.” Böylece mimari formu en baştan kabul eden sanatçı için formel problemler gerçekten söz konusu değildir. Sanatçı yaptığı işi “ilginç olmak istemiyorum, iyi olmak istiyorum” sözleri ile özetler. Oysa dönemin ünlü bir eleştirmeni sanat eserini şöyle tanımlar:” sanat eseri dinamik olmalıdır seyircinin dikkatini çekmeli, heyecanlandırmalı, belli bir duyguyu hayata geçirmelidir.”

WALTER GROPİUS:

Fogus ayakkabı Fabrikası: (Alfeld) : Sanatçının ilk önemli eseridir. Adolf Mayerle birlikte tasarladıkları yapıya esas itibariyle cam ve metalden oluşan bir perde cephe giydirilerek yalın, saf, net bir çözüm elde edilmiştir. Simetri, statik denge gibi ilkeler kompozisyona hakimdir.

Bauhaus Binası : (1926) : Burada ise bu kez birden fazla yalın dikdörtgen prizmayı birbirine ekleyerek daha dinamik bir kompozisyon elde etmiş ve kendi deyişiyle simetrinin yapmacık anlamsızlığı yerini serbest asimetrik gruplaşmanın canlı ve ritmik dengesine terk etmiştir.

5- Ekspresyonizm: (1918) (Dışavurumculuk)

20. yüzyılın başlarında özellikle Almanya’da gelişen ve kubizm, putirzm, neoplastitizm gibi bir sanat akımı olarak karşımıza çıkar. Ekspresyonistlere göre sanat eserlerinin tümünde ifade vardır. Cümleyi ters çevirirsek ifade sanat eserinde olması gereken bir niteliktir ve ifadesiz bir sanat eseri olamaz. Bir sanat eserinin ortaya konmasında farklı aşamalardan geçilir. İlk aşamada doğadan alınan izlenimlerin etkisi görülür. İkinci aşamada orijinal tinsel bir sentez söz konusudur. Üçüncü aşamada bu özgün ifadeye bir haz duygusu katılır. Son aşamada sanatçı yarattığı bu alt yapıyı ses, taş, beton gibi fiziksel elemanları kullanarak somut hale sokarak sanat eserini yaratır. Bu aşamalardan geçen ,orijinal ifade gücü yüksek mimari eserlerde üstün estetik değerlere sahip olarak nitelenir. Bu türden bir yapının sahip olması gereken kriterleri Naun Gabo “mutlak form” olarak adlandırır. Ona göre kendi hayatı olan, kendi dilini konuşan, kendine özgü duygusal bir etkisi olan, duygusal gücü tek,ani, dayanılmaz ve evrensel olan sadece akıl ile anlaşılmayan formlar mutlak formlardır.
Ekspresyonist mimarlar modern mimarlığın gelişme aşamalarından geçmişler modern mimarlığın 1920-1930’larda klasikleşen kuralları çerçevesinde eserler verdikten sonra kendi kişiliklerini yansıtan özgün ifadeli eserlere girişmişlerdir.
Modern mimarlığın klasik devresinin olumsuz bir klişe haline gelerek uluslar arası uslup adı altında kişilikten yoksun monoton gelişmesi sonucu bölgesel ve kültürel farkları yok eden bu mimariyi Frank Lloyd Wright “telefonla nakledebilinecek mimari” diyerek hafife alıyordu. Ana çizgileri ile incelemeye çalıştığımız ekspresyonist mimari yönelimlerin hepsi rasyonel mimarlığın katı geometriciliği şematizmi ile kesin bir çatışma halinde olup irrasyonel bir tutum içerir. Ekspresyonist yapılar rasyonel, uluslar arası üsluba tezat oluştururken mimariye getirdiği özgünlük, atılganlık, canlılık, dinamizm ve tek defalılık kentlerin monoton görünümünü değiştirdiği gibi onları röper noktası konumuna da getirecektir. Örneğin Sdney Opera Binası, Eyfel Kulesi, yalnızca bulundukları şehirlerin değil bulundukları ülkelerinde simgesi durumundadırlar.

ERICH MENDELSOHNN:

*Einstein Kulesi: Potsdam – Almanya (1920)

Mendelsohnn’un erken dönem yapıları ekspresyonizmin güçlü örneklerini içerir. İrrasyonel bir biçim gösteren yapı tek bir kütleden oyularak yaratılmış özgün bir heykeli andırır. Mimarı da yapı için Einstein’ın izafiyet teorisinin araştırması için inşaa edilmiş yapı aynı zamanda onun anısına dikilmiş bir anıttır. Dolayısıyla yalnızca bir mimari eser olmayıp bir heykeldir de.

FRANK LLOYD WRİGHT:

*Guggenheim Müzesi: (1943-1959)

Biçimsel analizi yapıldığında yatay bir platform üzerinde yükselen müzeyi oluşturan ters bir kesik koni ile idare kısmından oluşan bir yapı olduğu görülür. Müze mekanı zeminden helezonik şekilde yükselen bir rampa ile ortasındaki boşluktan ibarettir.bu iç mekan ve helezonik hareket dış yapıya da aynen yansımıştır. Yani iç mekan ve dış kütle özdeştir, birdir. Ters kesik koni geometrik bir formdur. Spiral ince pencere bandları içerlek olup formun bütününü bozmaz. Bu form antik ve geleneksel yığma inşaat teknolojisine yani zeminden düşey yükselen form anlayışına terstir. Aşağıda dar fakat yukarıya doğru genişleyen bir form. Çağdaş teknoloji ile geliştirilebilen bu form yeni özgün ve heyecan vericidir. Tüm yapı tek bir malzemeden beyazımsı bej betonite ile kaplanmış. Brüt betondan yapılma pürüzsüz yüzeylerden oluşturulmuştur. Tıpkı heykeltraşın külden yaptığı bir heykel gibi. Yapı eleştirmenler tarafından “Wright’ın kente vurduğu son tokat” olarak tanımlanır.

LE CORBUSİER:

*Ronchamp Tapınağı: (1950-1953)

Yeşil bir tepe üzerine inşaa edilen yapı duvarlarının beyaz rengi, çevresindeki yeşil örtü ve gökyüzünün değişen renkleriyle tezat yaratarak binayı belirgin hale getirmektedir. 1944’te yıkılan eskinin yerine yapılan bu kilise yalnızca 200 kişiliktir. Ancak önemli açık hava dini törenlerinde kullanılmak üzere doğu cephesinde bir apsis ve vaaz yeri bulunmaktadır. Yapı içinde kuleleri aracılığıyla tepeden aydınlatılan 3 küçük şapel vardır. Eserin en çarpıcı yanı dik açıyla alakası olmayan eğrisel yüzeylerle kavranan bir iç mekandan oluşan formudur. İrrasyonel form kişiyle doğada oluşmuş masif bir kaya etkisi uyandırır. Yapı duvarları topraktan fışkırmış masif görünümler içerir ve bu duvar üzerinde boşluk oranı %3’ü geçmeyen farklı boyutlarda çok sayıda pencere açılmıştır. Yapının duvarları kesin kanıtı olmasa da Akdeniz mimarisinden esinlenmiş görülür. Ancak masif duvar görüntüsüne karşı duvarların yığma olmadığı çelik bir iskelet üzerine taş örülerek yapıldığını bilmekteyiz ki bu durum mimarinin 1920’lerden beri özellikle Villa Savoy’da uyguladığı yapı iskeleti ve duvarların görevsel olarak birbirinden bağımsız olma ilkesi ile çelişir. Ayrıca Villa Savoy2un zeminden koparılmış görüntüsüne karşın burada doğa ile bütünleşmiş bir yapı ilkelerle çelişmektedir. Yapının çatı örtüsü mimarın anlatımıyla 1946’da Newyork yakınındaki Long Island’da bulduğu bir yengeç kabuğundan esinlenerek tasarlanmıştır. Kalın salt betondan yapılmış görünen bu çatı örtüsü aldatıcı bir görünüm içerir. Gerçekte çatı birbirinden 2.26. mesafede 6cm. kalınlığındaki betondan mamul yapılmış çift cidardan oluşmaktadır ve her iki tabaka arasındaki bağlantı kirişlerle sağlanmıştır. Corbusier 1920’lerde getirdiği purizmin ilkeleriyle nasıl rasyonel mimarlığın öncülerinden olmuşsa mimarlığı statikten dinamiğe yönelten Ronchamp Tapınağı ile ekspresyonizmin öncülerinden olmuştur. Le Corbusier’in bu yapısı bir heykel gibi nitelenebilir ve bu başarısının sırrını mimarlığının yanı sıra ressam ve heykeltraş olmasında aramak gerekir. Yapıda geleneksel klasik simetri ve statik denge anlayışı yerine dinamik bir denge görülür.

JOHN UTZON:

*Sdney Opera Binası: (1956-1973)

Sanatçı bu eseri ile mimarlık dünyasını sarsmıştır. Utzon seçimini baştan yaparak irrasyonel duygusal yönü seçmiştir. Yapı için düşünülen yer denize uzanan küçük bir çıkıntıdır. Bu alanda yapılacak bina için mimarının yaratı ve hayal gücü ona rüzgarda yelkenleri şişmiş bir gemi görünümü veren eskizleri çizdirmiştir. Yapının görünen imajının esas hareket noktası budur. Mimarına göre “yapıda çatının önemi büyüktür. Çünkü bu bina yukarıdan da görülecek bir yapıdır. Bu nedenle ben kare bir heykel tasarladım. Kabuk çatı örtülerinin beyaz yelken gibi biçimlerinin limanla olan ilişkileri yatların yelkenleri gibi doğaldır ve bu yarım adada daha güzel bir siluet düşünmek güçtür.”

HANS SCHARUN:

*Berlin Flarmoni Binası: (1963)

Projenin esas çıkış noktası geleneksel konser salonlarında görülen sahnenin yerinin değiştirilmesi sahnenin ortaya alınarak dinleyici sıralarının onu dairesel biçimde kuşatması esas alınmıştır. Mimar biçimi önceden kararlaştırılmış bu yapıda irrasyonel karşıt geometrik anlayışla içten dışa doğru gelişen bir tasarımla yapının kitlesini oluşturmuş. İki katlı yatay bir platform üzerinde yükselen amorf irrasyonel formuyla doğadan kendiliğinden oluşmuş masif bir kaya yada buzdağı görünümündeki yapının insanların alışageldiği geometrik formlarla hiçbir ilgisi yoktur. Yapıda anti-simetrik ve dinamik denge anlayışı başta gelen özelliktir.

EERO SAARIEN:

*Twa Binası: Newyork (1956-1961)

Yapının hareket noktası mimarın 1956’da bir restoranda yemek yerken menü kartına çizmiş olduğu krokilerdir. İrrasyonel anlayışla yapılan çizimlerde yapının formu kanatlarını simetrik olarak açmış iki ayağı üzerinde henüz yere konmuş büyük bir kuş görünümündedir. Ancak yapı bir kuşa benzediği için değil Gabo kriterlerini yerine getirdiği için estetik değeri yüksek mimari bir eser sayılacaktır. Yapı tasarım safhasında “esin’in” önemini vurgulayan bir örnektir.

6- POST MODERNİZM:

Post modernizm (1972) özgün bir mimarlık akışı olmayıp modern klasik devrin uluslar arası üslubuna bireysel ölçekte tepki gösteren mimarların oluşturduğu bir harekettir. Ancak birbirinden habersiz bu mimarlar arasındaki tek ortak nokta uluslar arası üsluba karşı çıkmak tepki göstermektir. Dolayısıyla yaklaşımın özgün bir felsefesi teorisi olmayıp yalnızca tepkisel niteliktedir. Ancak haklı tepkilerine karşı tuttukları yol yanlıştır. Philip Johnson, Mies Van Der Rohe’un öğrencisidir ve ustası için “Mies bir dahidir ama artık yaşlandım ve sıkıldım benim yönüm bellidir. Eklektik gelenek tarih boyunca sevdiğim şeyleri seçmeye çalışıyorum tarihi bilmezlikten gelemeyiz” der. Son yapılardan olan A.T.T. Bina’sının ön cephesi çatıda Barok çizgilere sahipken büro pencereleri aşamasında purizmin kübik kütlesini zemin kattaki lobi girişinde ise rönesansın ünlü yapılarından Pazzy Şapelinin ( Brunaccellhi) cephesinden izler görülür. Bu eklektik anlayış kuşkusuz geriye dönük bir çabanın olumsuz ürünüdür. İnsanoğlu ileri dönük, yaratıcı, yenilikçi çabalarıyla mağaralarda yaşamaktan bugüne gelmiştir ve artık geriye dönemez. Philip Johnson ve Michel Graves ve beraberindeki mimarlar tüm çaba ve eskizlerinde eskinin cephe anlayışlarını taklit etmişlerdir.

7- KONSTRÜKTİVİZM:
Bu akım ikisi de heykeltraş olan Naum Gabo ve Antoine Pewsner tarafından geliştirilmiş olup ilkeleri 1920’de yayınlanan “realist manipeshto” adı altında açıklanmıştır. Gabo bir heykelin geleneksel şekilde bir kütleyi yontarak meydana getirebileceğimiz gibi çeşitli elemanların birbirine bağlanması yöntemiyle de konstrüktiv bir şekilde gerçekleştirilebileceğini söylüyordu. Konstrüktivizm estetik açıdan “mekanik bir estetik” ön plandadır ve bu akımın mimarlığı çağdaş teknolojiyle dayanır. ressam heykeltraş ve mimar Vilademir Tatlin, ressam Kasimir, ressam ve mimar Lissitzky bu akımın önde gelen sanatçılarıdır. Lissitzky ileri teknoloji olanaklarının potansiyelini geniş, cesur, konsol kirişlerle ifade eden binalar öneriyordu.
Gabo’nun konstrüktiv heykelleri heykel sanatında bir devrim yaratırken bu tür bir yaklaşım mimarlık için normal bir olgudur. Ancak burda yeni olan konstrüktif elemanların estetik ögeler olarak değerlendirilmesidir. Yoksa strüktür elemanlarının açıkça gösterildiği mimarileri biz daha önce gotik mimaride görmüştü

Geometri ve Mimari
meteoman
Çağdaş mimarîde düzenli yüzeyler, özellikle betonun kullanımı sonucunda büyük bir başarı kazandı. Çünkü bu yüzeylerin doğrularla oluşturulması beton kalıplarının yapımını kolaylaştırmaktaydı.
Tokyo Olimpiyat Stadyumu’nda “Hiperbolik Parabolit” ; Münih’deki Olimpiyat Stadyumu’nda ise “Eliptik Parabolit” ve “Tek Yaygılı Hiperbolit” mimari şekiller kullanılmıştır.
Fransa’daki Chartres Katedrali dönemin “gizli geometri” (secret geometry) ya da “kutsal geometri” (sacred geometry) olarak adlandırılan ilkelerine göre yapılmıştır.

alıntıdır : main-board
Read More

Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne Girişi Hakkında Bilgi

22:50 0
Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne Girişi Hakkında Bilgi
Milletler Cemiyeti’nin kuruluş tarihi, amacı ve Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne katılımı.

Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması, Lozan’da elde edilen başarı ve ardından yapılan yenilikler ile Türkiye Cumhuriyeti çağdaş bir yapı kazandı. Lozan Barış Konferansı’nda barış yolunda önemli bir sınav veren Türkiye, barışçı tutumu ile bu yıllarda dostluğu aranan bir ülke durumuna geldi. Bir çok devlet Türkiye ile ticaret ve dostluk anlaşmaları yapma girişiminde bulundular. 1928’de İtalya, 1930’da Fransa ve Yunanistan ile dostluk anlaşmaları yapıldı.

Artık 1930 yılına gelindiğinde Türkiye, Lozan’dan kalan sorunlarını çözmüş ve komşuları ile dostluk ilişkileri kurmaya başlamıştı. Bu gelişmeler ışığında Rusya, İran, Irak, Suriye, Afganistan ve Bulgaristan gibi ülkelerle de ekonomik ve siyasi anlaşmalara imza atıldı.

Milletler Cemiyeti’nin kuruluş amacı ve Türkiye’yi daveti

I. Dünya Savaşı’nın ardından A.B.D Başkanı Wilson’un desteği ile dünyada yeni bir savaşın çıkmasını engellemek ve barışın korunması amacıyla 10 Ocak 1920’de Cenevre’de Milletler Cemiyeti (Cemiyet-i Akvam) kuruldu. Türkiye barışçı siyaseti sayesinde, 1928 yılında Avrupa’daki Silahsızlanma Konferansı’na katıldı. 1929’da milletler arası ilişkilerde savaşı kullanmaktan vazgeçen Birand-Kellogg Paktı’nı imzaladı.

Türkiye, artık Avrupa bloğunda yer almaya başlamışsa da, Rusya ile olan ilişkilerinin bozulmasını istemediği için Rusya’ya karşı alınan zorlayıcı tedbirlere katılmama kararı aldı. Bütün bu gelişmelerin sonucunda Milletler Cemiyeti, 1932’de Türkiye’yi barış yolunda gösterdiği çabalardan dolayı üyeliğe davet etti.
meteoman
Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne giriş nedeni ve üye olduğu tarih
Amacı yeni bir savaşın çıkmasını önlemek ve dünya barışını sağlamak olan Milletler Cemiyeti, bir süre sonra kuruluş amacından uzaklaşarak büyük devletlerin çıkarlarını korur hale geldi. Ancak Türkiye, barışın korunması konusundaki iyi niyetini göstermek amacıyla 18 Temmuz 1932’de Milletler Cemiyeti’ne üye oldu.

alıntıdır : main-board
Read More

21.yüzyılda Eğitim ve Bilimin Temel Prensipleri hakkında Bilgiler

22:49 0
Eğitim, insanın hayatını sürdürebilmesi, biyolojik ve kültürel mirasını gelecek nesillere taşıyabilmesi için ihtiyaç duyulan bir süreçtir. Bu süreç aynı zamanda insanın kendi varlığını hissettiren ihtiyaçlarını hayattan elde edebilme, bazılarını değiştirilebilme, kendisiyle birlikte yenileyebilme sürecidir. Eğitilmiş insanın idaresinde sadece duyguları değil, değer hükümleri de söz sahibidir. Sorumluluğu kabul etmek, eğitimli insanların bir özelliğidir. Her kişi iradesiyle oluşturduğu şartlardan ve neticelerinden sorumludur. Eğitim, henüz insanın doğumundan önce şuursuz reflekslerle başlar ve daha sonra şuurlu bir aktivite hâline dönüşür. Böylece insan, yaşadığı çevreyle nasıl başa çıkabileceğinin yollarını öğrenir. İnsanı insan yapan, geçmişinin kültürel mirasını anlama ve gelecek nesillere aktarma da eğitimle olur.

Tabiatı gereği şekillendirici ve yönlendirici olan eğitim, hem en faydalı hem de en tehlikeli bir araçtır. İnsanları ve toplumları hem oldurabilir, hem de öldürebilir. Bu noktalardan insanın en çok ihtiyaç duyduğu ve alâkasız kalamadığı bilgi türü de eğitime ait olandır. Ancak eğitime ait bilgi, fen bilimlerindeki bilgiden çok fazla miktarda subjektif unsurlar ihtiva etmesi noktasında farklılaşır. Çünkü eğitime ait bilgiler, algılaması ve kararları objektif olamayan ve aklından ziyade hisleriyle hareket eden insanı şekillendirmeye çalışır.

Toplumların kültür denizi içinde şekillenen eğitim, çok sayıda farklı model ve standarda sahiptir. Eğitimciler tarafından oluşturulan yeni modeller de belli kültür havuzunda şekillendiğinden, belli ölçüde subjektif ve izafî normlar içerir ki bu gayet tabiîdir. Bu bakış açısından eğitimin mükemmelliği, eğitim sürecinde kazandırdığı bilgi, maharet, tutum ve davranışlardan ziyade, bu kabiliyet ve davranışlardaki derinlik, nüans ve incelikle ölçülür.

Eğitim Perspektifinden 20. Yüzyılın Gelecek Yüzyılla Mukayesesi

Sorgulamadan itaat alışkanlığı kazandıran ve tarif edilmiş işleri başarıyla yerine getirmemizi sağlayan eğitim, gelecek yüzyılda yerini soru sorup sorgulayabilen ve sorumluluk alıp, ortak akıl üretebilen insanlar yetiştiren eğitime bırakacaktır. Eğitimcinin fonksiyonu da; talebelerine belli müfredata ait belli konuları ezberletmek değil, doğru müşahede etme ve eleştirel düşünebilme kabiliyeti kazandırmak olacaktır.

Derin öğrenme, ancak talebenin, algılama kabiliyetlerini aktif hâle getirmesiyle ve bunu gerçekten istemesiyle, gerçekleştirilebilir. Bilmek yapmaktır. Yapılarak öğrenilen şeyler veya hayata taşınarak, aksiyona dönüşen bilgi ve düşünceler, insana fayda sağlar. Tecrübe, düşüncenin çocuğudur; düşünce de aksiyonun… İnsanlar kitaplardan öğrenemez, sadece ön bilgi edinir. Dolayısıyla uygulamayla, tecrübelerle desteklenmeyen bilgiler kişide derin öğrenmeye yol açmaz. Kitap yoluyla öğrenilen bilgilerin kalıcı olabilmesi için, ya zihinde veya bilgisayar ortamında veya gerçek hayatta teste veya simülasyona tâbi tutulması gerekir. Çünkü kelimeler gerçek varlıklar ve süreçler olmayıp, zihinde oluşturulan sanal iletişim sembolleridir.

Gelecekteki bir okulu öne geçirecek temel kavram; bilgiyi sunan ve dağıtan öğretmen değil, talebe olacaktır. O da bilgiyi arayıp zihninde inşa eden bir işçi olarak algılanacaktır. “Görme, fark etme ve öğrenme zevki, ödev duygusuyla, not korkusu ve disiplin cezasıyla geliştirilemez” düşüncesi zihinlere yerleşecek ve insanlar, çocuklarına bir şeyler öğretme yerine, onların bu zevklerini geliştirecek, uygun öğrenme ortamları ve arkadaş çevreleri tesis etmeye öncelik vereceklerdir.

Bir okuldaki intizam ve itaata bağlı disiplin, eğitimin kaliteli ve mükemmel olduğunun göstergesi olmaktan çıkacaktır. Bunun yerine, öğrencilerin tasarım maharetleri, ortak akıl üretme kabiliyetleri, problem çözme istidatları, faziletli ve ahlâklı kazanmaları eğitimin kalitesini ölçmede kullanılacaktır.

Eğitim, öğrencilerin beyinlerine bilgi yığınlarını istif etme işlemi değildir. Bilginin önemli veya güç sağlayıcı bir vasıta olması, onun hayattaki kullanılabilirliği ve geçerliliği ile bağlantılıdır. Sadece belli isimleri, rakamları ve gerçekleri sunan istatistikî bilgi ve tanımlardan ibaret bir derginin faydalılık katsayısı ne ise, sadece tanımların ve isimlerin öğretildiği eğitimin kalitesi de odur.

Bilginin kullanılabilirliği, onun özünü oluşturur. Bu noktaya bir hadîste şöyle işaret edilir: “Faydasız ilimden Allah’a sığınırım.” O hâlde bilgi sahibi olurken, onun ne işe yarayacağı, doğrudan mı, yoksa dolaylı mı fayda sağlayacağı farkedilmelidir. Öncelikle insanın kendini tanımasına, keşfetmesine ve geliştirmesine yarayan bilgiler, birinci derecede hayatî ehemmiyete sahiptir. İkinci önemli şey; talebenin olmasını arzu ettiğimiz model-insan tiplerinin arasına konulmasıdır.

Talebe, olmayı arzu ettiği model-insan tiplerinin arasında eğitim görmelidir. Ona öğrenmek istediği şeyleri öğretme yerine, onları öğrenebileceği ortamları hazırlamalı ve inşa etmeliyiz. Talebeler kendileri öğrenmeye çalışmalıdır. Mutlaka birşeyler öğretmek gerekiyorsa teorik değil, tatbikî olarak öğretilmeli ve talebelerin sanal veya gerçek ortamlarda tecrübe kazanarak öğrenmeleri sağlanmalıdır.

Bütün teorik dersler, tabiatı gereği açık ve net değildir. Ayrıca canlılık ve kullanılabilirlik seviyeleri düşüktür. Hayat ağacı ise yeşildir; canlılığı ve dinamizmi temsil eder. Çevre kirliliğine mâni olmanın bir yolu yeşil sahaları artırmaktır; aynen öyle de eğitimdeki temel problemlerin giderilmesi de, cansız bilginin verildiği teorik eğitimden kullanılabilir bilginin kazandırıldığı uygulamalı ve tecrübeye dayalı yeşil eğitime geçilmesiyle olur.

Bilim Anlayışı Açısından Önceki Yüzyıllar ile 21. Yüzyılın Karşılaştırılması

Sanayi inkılâbını yapan zihniyetin çantasındaki temel düşünme âleti, indirgemeci-analitik yaklaşımdı. Yani, ‘bütünü parçalara bölüp her bir parçayı analiz edersek, bütünü şekillendiren temel parçaları bulabilir ve böylece bütünü anlayabiliriz’ düşüncesi temel bakış açısıydı. Halbuki bütün, parçaların toplamından çok, karşılıklı etkileşiminden oluşur. Bundan dolayı indirgemeci-analitik yaklaşım, bütünü anlama özürlü bir bakış açısıydı. Bu kusur ancak indirgemeci-analitik yaklaşımdan sentezci ve genişletici (bütüncül-sistemci) yaklaşıma geçilmesiyle ortadan kaldırılabilirdi. 19. ve 20. yüzyılda bilim ve ona dayalı eğitim, belirliliğin kesinliğine ve tahminlerin güvenilirliğine dayalı olarak yapılıyordu. 20. yüzyılın son çeyreğinde ve 21. yüzyılda ise, gözlemci ile gözlenen şeyin birbirinden bağımsız olarak bilgiyi oluşturmadığı, her ikisinin de bilgi üretiminde son derece birbiriyle bağlantılı olduğu gerçeğine dayalı, yeni bir eğitim anlayışı hâkim olacaktır. Gerçekte gören ve algılayan şeyin göz değil, ben olduğu ortaya çıktı. Gözlemcinin önceki tecrübe ve birikimleri, gözlenen şeyi nasıl algılayacağına değişik seviyelerde tesir etmektedir.

Geçmiş iki yüzyıldaki bilim anlayışlarının yeni yüzyıldaki bilim anlayışı ile karşılaştırmasını önceki sayfada yer alan tabloda daha açık olarak görebiliriz :

Kısacası, 21. yüzyıl her alanda 20. yüzyıldan farklı olacaktır. Bilhassa bilgi teknolojisindeki niteliğe yönelik hızlı gelişmeler, şimdiden aileden eğitime ve iş dünyasına kadar pek çok şeyin yeniden tanımlanmasına ve düzenlenmesine yol açmıştır. Bu değişimlerin en çarpıcı tesirleri, eğitim sistemlerinde hedeflenen insan prototipinde, ayrıca bilimin konu, metot ve yaklaşımlarında gözlenecektir. Umulur ki, biz de bu değişimden nasibimizi müsbet yönde alır ve gelecek yüzyılın sözü dinlenen ülkelerinden biri oluruz.
Read More

Eğitim ve Öğretim ile ilgili bilgiler Eğitim ve Öğretim Hakkında bilgiler

22:48 0
Eğitim ve Öğretim ile ilgili bilgiler Eğitim ve Öğretim Hakkında bilgiler
Herhangi bir bilgiyi insanlara aktarmanın çeşitli yollan vardır. Bu, bir okul çatısı altında basın-yayın yoluyla, bir konferans veya sohbet münasebetiyle de olabilir. Hangi yolla olursa olsun, bilgi bir eksiği kapatır, bir boşluğu doldurur, ortaya bir varlık getirir. Kendisine bilgi ulaşan kişi, bir bakıma yolduktan varlığa çıkmış demektir.

Bazı bilgiler sadece bir öğrenime konu olur (buna objektif bilgi de denilebilir): Mesela, dünya petrollerinin üçte ikisinin Orta Doğu’da bulunduğu veya Afrika kıtasında en yüksek nüfus artış oranının Ruanda’da görüldüğü gibi. Fakat Orta Doğu bölgesinin niçin her zaman patlamaya hazır bir barut fıçısı olma özelliği taşıdığı, nüfus artış hızının neden Ruanda’da daha yüksek olduğu, Ruanda’nın neden belli aralıklarla iç savaşa sahne olduğu sorulan sorulduğu takdirde bilginin arka planına geçilmiş olur. Bir başka misal: “Fransa’nın başkenti Paris’tir” cümlesi siyasi coğrafya veya genel kültür bilgisi vermektedir. Fakat “Fransa’nın başkenti neden Paris’tir?”, “II. Dünya Savaşı sırasında Fransa’nın başkenti neden küçük Vichy kasabası olmuştu?” veya” II. Dünya Savaşı’nda Alman orduları Paris’e neden çok kısa bir sürede girebildi?” soruları sorulduğunda, tarih, siyaset, ekonomi, askeri strateji, güvenlik ve en önemlisi Fransız karakteri ile ilgili bilgilere ihtiyaç duyulacağından, en azından, bunların ağırlıkları tartışma konusu olacak ve ortaya sübjektif değerlendirmeler çıkabilecektir. İşte bu andan itibaren öğretime bir de eğitim boyutu eklenir. Çünkü bu tür bilgiler, milletlerin tarihe bakış açılan, ortak özlemleri ve dünya görüşleri ile ilgilidir. Yukarıdaki sorulara kendi açılarından cevaplar getiren bir Alman veya Fransız tarihçi, milletleri- ne sadece kuru bir bilgi vermekle kalmaz; hem bir öğretim görevini yerine getirir, hem de kendi milli eğitiminin gereğini. Bir başka deyişle kişisel, toplumsal ilişkiler ve tarih açısından, “nasıl?” sorusu bir fonksiyonu, bir süreci araştırdığından öğretim ile ilgilidir. “Niçin?” sorusu ise, daha ziyade tercihleri, kişisel ve toplumsal eğilimleri ve karar psikolojilerini ortaya çıkarmak istediğinden eğitim ile ilgilidir. Bu soruların evren ve fiziksel âleme dair sorulması da aynı şekilde, “nasıl?” sorusu için bir mahiyeti ve oluş sürecini, “neden?” sorusu için ise tabiat felsefesini, metafiziği ve hikmeti ön plana çıkarır.

EĞİTİRKEN ÖĞRETMEK, ÖĞRETİRKEN EĞİTMEK

Okulda talebeyle sadece öğretmek veya sadece eğitmek için ilgilenmek, istense de mümkün olmayan ve tek başına düşünülemeyen çabalardır. Öğreticinin yaptığını böyle kategorik bir şekilde nitelendiremeyiz. Eğitim ve öğretim, bir sürecin net sınırlarla ayırt edilmesi mümkün olmayan iki girift yanı olup bir ara kesit söz konusudur. Klasik anlamda, “eğitme” veya “eğitim” dediğimiz olguda, eğitilen açısından, bir bilgilenmeden, yani öğrenmeden söz etmek de mümkündür. Zira eğitim amacıyla talebeye yapılan telkinler aynı zamanda bilgi ve hikmet taşıyıcısıdırlar, öyle olmaları gerekir. Buna karşılık, “öğretme” veya “öğretim” olayında da, kendisine belli bilgiler Öğretilen öğrenici (öğrenci değil!) ruh, akıl, mantık ve kalp penceresinden öğretici durumundaki kişiyi inceler, kendisi için yararı olduğuna inandığı hususlarda onu örnek almaya çalışır, onun dile getirdiği objektif ve sübjektif değerlendirmelerin etkisinde kalır. Burada da bir eğitim söz konusu olur. Şöyle de denilebilir; her türlü eğitim temelde objektif ve (kaçınılmaz olarak) sübjektif bilgilere, yani örnek alınacak vak’a ve şahsiyetlere muhtaçtır, bunların üzerinde gelişir. İnsan ruhunu ihmal eden hedefsiz kuru bilgi yüklemesi ise eğitimsiz, temelsiz ve gayesiz insanların yetişmesine sebep olur ve sadece öğretilmiş olmak için aktarıldığından ciddi bir fayda sağlaması da beklenemez.

Dağda zor şartlar altında belli görevleri yerine getirmek üzere komando eğitimi gören bir asker, öncelikle dağ hayatını, dağ iklimini, orada yaşayan bitki ve hayvan topluluklarının özelliklerini öğrenmek durumundadır.

Otobüste yüksek sesle konuşan bir çocuğa annesi sadece “sus!” demekle onu eğitmiş olmaz. “Yüksek sesle konuşursak diğer insanları rahatsız etmiş oluruz. Biz nasıl onların bizi bu veya başka bir şekilde rahatsız etmelerini istemezsek ve buna hakkımız varsa, onlar da istemezler ve buna hakları vardır” derse, işte burada çocuğuna bir terbiye, bir eğitim vermiş olur. Fakat görüldüğü gibi bunu, üzerinde düşünülmüş bir bilgiye dayandırmak suretiyle yapar ki, burada eğitimin öğretimle iç içeliği çok tipik bir şekilde görülür. Anne çocuğuna bir şeyler öğreterek onu eğitir; kızarak, korkutarak, sindirerek değil. Yoksa çocuğuna sert bir bakış, bir el-kol işareti veya tek heceli bir kelimeyle uyarıda bulunması çocuğu bilgilendirmekten uzak olduğu gibi aynı zamanda bilinçlendirmekten de uzak düşmüş olur, hatta bilinç körelmesine yol açar. Ayrıca bu durumda, bir şey öğretmek, çocuğu bilgilendirmek söz konusu olmadığından onu eğitmek veya terbiye etmekten söz etmek de mümkün olmaz. Sonuçta, eğitimin bir bilgiye dayandırılması ve daha da önemlisi, bu bilginin kaynağının mahiyeti eğitim ile öğretim arasındaki mesafeyi de etkiler.

Eğitimin, insanların, karşılıklı hal ve tavırlarına bağlı olarak gelişen sessiz diyebileceğimiz bir şeklinden söz etmek de mümkündür (bu, hayvanlar için bile söz konusu. Bir büyük zat, kendisini sabır-sebat konusunda bir kedinin irşad ettiğini belirtir. Belki bu bir tevazunun ifadesi. Öyle de olsa, samimi ve istekli bir gözleme dayandığında, bir hakikati de yansıtabilir). İşte bu sessiz eğitim insanların uzun süreli beraberlikleri esnasında olduğunda daha kalıcı ve ruhta derin izler bırakıcı özellik taşır. Mesela, ağabey olarak sevip saydığı bir büyüğünün yanında belli bir süre kalan ve ruh portresi değişen, davranışları olgunlaşan bir çocuk işte böyle bir eğitimden geçiyor, ama daima bir şeyler de öğreniyor demektir.

Sonuçta, öğretici durumundaki kişinin, öğretme işinin yanı sıra eğitme ve yönlendirme işini de yerine getirmesi ve talebenin ruhuna hitap etmesi daha ziyade onun heyecanına bağlıdır ve gönüllü bir çabadır.

ÖĞRETMEK Mİ ÖĞRENMEK Mİ?

Öğretim veya öğrenim süreci bir okul ortamında verici ve alıcı durumundaki iki kişi arasında cereyan eder. Bunlardan birisinin fonksiyonunu tam yerine getirememesi durumunda maksat hâsıl olmaz. Hedefe varıcı bir öğretim/öğrenim için öncelikle sağlıklı bir iletişim gerekir. Bu da her ikisinin bu birlikteliği ve yaptıklarını ciddiye almalarıyla mümkündür. Bu birliktelikten esas gaye talebenin öğrenmesidir. Öğretici yaptığı görevi ciddiye almadığı takdirde meydana gelen boşluk veya sağlıksız iletişimden en büyük zararı talebe görür. Öğreticinin ciddiyetine karşın talebe bu çalışmayı ciddiye almıyorsa yine kendisi zarar görür. Buradan da anlarız ki, hiçbir bilgi zorla öğretilemez, fakat öğrenilir. Talebenin derse ciddiyetle eğilmesini sağlamak da öğreticinin vazifesidir ve burada onun pedagojik formasyonu önemli rol oynar. Talebeye dersi sevdirmek için başvuracağı yöntemler de hiç şüphesiz talebenin eğitim ve terbiye düzeyine tesir eder.

HOCA MI, ÖĞRETMEN Mİ?

“Hoca” ve “hocalık” kavramlarında, öğretme işini aşan, talebeyi yönlendirici özellikte, örnek alınabilecek bir şahsiyet olmayla ilgili, yani eğitim ve terbiyenin de işin içine girdiği bir boyut seziyoruz. Hoca sadece bir öğretmen değil, kupkuru bir öğretici değil, o aynı zamanda bir büyük. Bizim kültürümüz, eğitim ve öğretimin iç içeliğini, bilgece diyebileceğimiz bir şekilde, hoca terimiyle ifade etmiş ve kavram problemini çözmüş. Arapça’da öğrenciye karşılık gelen “talib” kelimesinden türetilmiş “talebe” kelimesi de kültürümüzde (her ne kadar anlamı günümüzde pek bilinmese veya üzerinde düşünülmese de bir hakikatin ifadesi olarak) bilgiye, ilme talip olma mânâsında kullanılmaktadır. Zira ilim öğretilmez, fakat öğrenilir. Çünkü bir istek, arzu ve talep meselesidir.

İNSANİ BOYUT

Diğer yandan, hoca da talebe de birer insandır. Aralarındaki münasebetin öncelikle insani bir yanı vardır. Hocanın giyinme tarzından konuşma üslubuna, talebeye ve sınıfa hitab etme şeklinden dışarıdaki hareketlerine kadar bütün beşeri özellikleri de talebenin ilgi ve merak sahasına giren hususlardır ve hocanın sınıfta talebeye bilgi adı altında aktardığı her şey, talebe tarafından onun bütün bu kişisel özellikleriyle bağlantılı olarak algılanır. Kişiye ait her şey bir bütündür çünkü. Böylece, bir okul çatısı altında talebenin hocasını örnek almak isteyeceği hususlar ortaya çıkar. Dolayısıyla, “Hoca acaba sadece bir öğretme işi mi yapmaktadır?” sorusunun cevabını “evet!” olarak vermek oldukça zordur.

SKOLASTİĞİN KADERİ

Hocanın okulu ve dersi talebe için cazip hale getirmesi ve onun isteyerek devam etmesini sağlaması verimli bir öğrenim ve eğitim için temel şarttır. Bunun başarılamaması durumunda her iki taraf da rahatsız eden bir atmosfer doğar. Entelektüel endişeden yoksun, kalp boyutunu göz ardı eden, soru sorulmasını istemeyen, daha ziyade ezberci ve mekanik bir eğitim/öğretimi esas alan, bu yüzden de kendisini eksik ve sağlıksız kalmaya baştan mahkûm etmiş olan, muhatapların, disiplin şartlanmasıyla ve peşin bir gerilimle bir araya geldikleri, dolayısıyla kendilerini rahat hissetmedikleri (burada rahat hissetmek ifadesini, disiplin ve ciddiyetin zamanla azalmasına yol açabilecek bir serbestlik değil, sevgiden emin olmak manasında kullanıyoruz) kilise ve manastır gibi skolastik kurumların tarihten günümüze kısırlaşmasının temelinde bu tür bir sosyal psikolojinin yattığı da düşünülebilir. Burada bir bakıma beyin ve kalp terörü söz konusudur. Einstein’ın okul yılları bu konuda tipik bir misal teşkil eder. İlk ve orta öğrenimini Katolik bir eğitim müessesesinde tamamlayan Einstein -zira 1880’li yılların Almanyasında sadece dini okullar vardı- hatıralarında, eğitmenlerin tavrından “çavuş baskısı” olarak bahsedecek, hocaların ise “teğmenler” gibi davrandığını belirtecektir. Onun, hayatta örnek aldığı bir yol göstericisi de olmamış, kendisinde bilme iştiyakı, basitleştirilmiş bilimsel kitapları okuması sonucunda gelişmiştir.

SAYGI VE DİYALOG

Problem belki, sürecin adını nasıl koyacağımızla, belki de, hocanın (öğretici/eğitici) durumundaki kişinin kendisini talebe karşısında nasıl gördüğüyle ilgili. Öğrenim sürecinde, hocanın talebe üzerindeki kişisel tesiri daha tabii ve onun ruhuna doğrudan çarpmadan olur. Çünkü iki kişi öğretme/öğrenme maksadıyla bir araya gelmiştir. “Eğitim” kelimesinin çağrıştırdığı disiplin kavramı öğretim/öğrenim ilişkisinde bu anlamda ve ağırlıkta bir ön şart olarak düşünülmez. Bu durumda hoca talebe ile daha sağlıklı diyalog kurma şansına sahiptir. Yani öğretme/öğrenme ve eğitme/eğitilme aslında insanın insanla olan diyalogunun neticesidir. Ama sonucu belirleyen ne sadece bilgi, ne sadece yaklaşım tarzı ve davranışlar ne de bunların aritmetik toplamıdır. Sonuç bunların tümünün varlığına ve birlikteliğe mutlaka bağlı, fakat bunları aşan insanın bütünlüğü gerçeğiyle ilgilidir. Matematik formülü olmayan bu süreç ancak karşılıklı güven, sevgi ve saygı ile gerçekleşir ve insani boyut kazanır.

Prof. Dr. Ömer Said GÖNÜLLÜ

alıntıdır : main-board
Read More

Okul Öncesi Eğitim ve Sosyalleşme - Okul Öncesi Eğitim ve Sosyalleşme ile ilgili bilgiler

22:47 0
Okul Öncesi Eğitim ve Sosyalleşme - Okul Öncesi Eğitim ve Sosyalleşme ile ilgili bilgiler

Her toplumun çocuk yetiştirme gâyesi farklıdır. Meselâ, Yahudiler içinde bulundukları toplumda ve dünya üzerinde varlıklarını sürdürebilmek için kurnazlık, girişkenlik ve esneklik gibi insan münasebetlerinde üstünlük sağlayan niteliklere önem vermiş ve çocuklarını bu niteliklere sahip olacak şekilde yetiştirmişlerdir. Kırsal kesimde yaşayanlar ise; çocukları tabiatla başedebilecek ve tabiî şartlara kolayca uyum sağlayabilecek nitelikte yetiştirmeyi yeğlemişlerdir. Savaşçı milletler ise; yiğitlik, bağlılık ve özveri gibi özellikleri kazanılması gereken en yüce değerler olarak görmüşlerdir.

Türkiye’de genel olarak ailelerin çocuk yetiştirmede ön plânda değer verdiği vasıflar arasında anne-babanın sözünü dinleme, kibar ve uysal olma, insanlara sevgi gösterme ve onlarla iyi anlaşma gibi sosyal davranışlar yer alır. Bunların yanında çocuklarda olması istenen diğer vasıflar, zihnî yönden gelişme, millî, ahlâkî, kültürel değerlere bağlı olma, hür düşünme, düşündüğünü rahatça ifade edebilme, dürüst ve sorumluluk sahibi olmaktır. Bazı aileler okul öncesi dönemde daha çok çocuğun öğrenmeyle ilgili yönünün gelişmesine önem verirler. Çabucak sayı saymayı öğrenmesi, renkleri ayırt etmesi, belli kavramları ve isimleri öğrenmesi gibi. Aslında bu, insanın sadece bir yönüdür. Halbuki, çocuk eğitimi bir bütün olarak ele alınmalıdır. Sadece çocuğun zekâsının gelişmesine önem vermek, diğer yönlerinin gelişmesiyle sağlanacak faydaların gözden kaçmasına sebep olmaktadır. Meselâ, çocuğun kendine olan güven eksikliği, entelektüel konularda ilerleme konusunda motivasyon eksikliğine yol açabilir ve bu da neticede zekâ puanının, okul başarısının düşmesine ve ileriki hayatında başarısızlığa sebep olur. Bundan dolayı, bu yaşta çocuklar belli şeyleri öğrenme ve ezberlemeye zorlanmamalı, diğerleriyle yarıştırılmamalı ve kıyaslanmamalıdır.

Çocukta özgüven, inisiyatif kullanma ve bağımsız haraket edebilme duygusunun gelişebilmesi için yakın sosyal çevresinin ve en başta annesinin desteklemesi gerekir. Eğer çocuk bir okul öncesi eğitim kurumuna devam ediyorsa; bu destek, kurum ve aile işbirliğiyle sağlanabilir. Eğer böyle bir kurumdan yararlanılmıyorsa, çocuklara uygulanacak program hakkında annelere destek sağlanabilir. Ancak ülkemizde böyle bir uygulama yoktur. Sadece bazı kurumların düzenlediği seminerlere katılarak, radyo ve televizyonda yayınlanan programları takip ederek sistematik olmasa da belli ölçüde çocuğa nasıl davranılacağı hususunda bilgi edinmek mümkündür. Ancak bunlar bir eğitim programı olarak düşünülemez.

Çocuk üç yaşına geldikten sonra, yeni şeyler deneyebilmek için yaşıtları ve daha büyük çocuklarla birlikte oynama ihtiyacı duyar. Bir arkadaşıyla oyun kurma ve arkadaşı tarafından reddedildiğinde hayal kırıklığını kaldırabilmesi için gerekli biyolojik altyapı üç yaşına doğru olgunlaşır. Yine üç yaş civarına doğru çocuklar evden bir süre uzakta kalmayı taşıyabilecek olgunluğa ulaşır. Kurumda her şey onların ihtiyaçlarına göre düzenlendiğinden, kendilerine rahatça oyun arkadaşı bulabilir, başka arkadaşlarıyla oynarken güçlerini ölçer; yapabilmeyi, başarabilmeyi yaşar; bireyle uzun süre meşgul olma alışkanlığı kazanır. Birlikte oynarken kuralların önemini ve değiştirilebilirliğini kavrar; birbirini gözetmenin, yardımlaşmanın lüzumunu anlar. Başkasının elindeki cazip oyuncağa her zaman ulaşamayabilir, böylece tahammül etmeyi öğrenir. Kendi haklarını korumayı öğrenirken, başkalarının hakkını gözetmeyi ve paylaşmayı öğrenir. Arkadaşlarına bakarak kendi kendine yeme, kendi işini kendi görme alışkanlıkları edinir.

Toplumsal kurallarla çevrili bir ortamda özgür davranmayı başarır. Kendini anlatma kabiliyeti artar, dil dağarcığı zenginleşir. Kurum çekingen ve sıkılgan çocukların daha girişken, daha bağımsız ve özgüvenli olmalarını sağlar. Diğer yandan çok şımartılmış ve hiç dizginlenmemiş çocuklar bu kurumlarda daha az bencil ve daha çok toplumsal olmayı öğrenirler.

Sonuç olarak, çalışan anneler mesai saatlerinde çocuklarının bakımını bir başkasına vermektedir. Önemli olan sadece çocuğun bakımı değil, eğitimidir. Bunun için aile yanında bakım yerine güvenilir ve kaliteli okul öncesi eğitim kurumlarını tercih etmeleri çocuğun her türlü gelişimi açısından daha doğru bir karardır. Çalışmayan annelerin de bu tür kurumlara ihtiyacı vardır. Çevrenin “bir çocuğa bakamadın mı” gibi suçlama ve yargılamalarının ve kendini “çocuğuna karşı sorumsuz bir anne” gibi görme yanlışlığına düşmenin bir anlamı yoktur. Çocuk yaşıtları arasında oynayarak, belli bir disiplin, belli ölçüde özgürlük ve yeterince sevgiyle gelişir. Önemli olan çocukla gün boyu beraber olmak değil, onbeş-yirmi dakika da olsa bütün ilgi ve dikkatini ona vererek onu sevmek ve ihtiyaçlarını karşılamaktır. Bunun için de yeterince zamanınız ve özleminiz olacaktır.

Prof.Dr. Harun AVCI

alıntıdır : main-board
Read More

Yer Kabuğunu Oluşturan Taşlar - Yer Kabuğunu Oluşturan Taşlar ve Özellikleri ile ilgili Bilgiler

22:46 0
Yer Kabuğunu Oluşturan Taşlar - Yer Kabuğunu Oluşturan Taşlar ve Özellikleri ile ilgili Bilgiler
Yer Kabuğunu Oluşturan Taşlar ve Özellikleri ile ilgili Bilgiler

TAŞLAR VE ÖZELLİKLERİ

Çeşitli minerallerden ve organik maddelerden oluşan katı, doğal maddelere TAŞ ya da KAYAÇ denir.
Kayaçlar genelde iki veya daha fazla mineralin bir araya gelmesiyle oluşur.Yer üstünde ve içinde bulunan tüm taşların kökeni mağmadır.

Bir nehir kenarında gezerken kumlar arasındaki çakılların renk ve şekil bakımından çok farklı olduğunu görürüz. Bu durum bize kayaların farklı ortamlarda oluştuğunu gösterir. Örneğin bazı kayalar göl ve deniz içerisinde çökelip oluşurken, bazıları da magmanın hızlı bir şekilde soğuması ile oluşmaktadır.

İnsanlar ilkçağlardan beri bu kayaları, kesici av aletleri, süs eşyaları, kap kacak ya da mesken yapımı gibi çok farklı alanlarda kullanmışlardır. Bugünde kayaçlar hayatımızda çok farklı alanlarda kullanılmaktadır.
Kayaların Yer Şekillerine Etkileri
Kaya ne kadar sert olursa aşınmaya karşı o kadar dirençli olur. Örneğin bazalt ya da granit gibi dirençli kayalar üzerinde daha dik yer şekilleri gelişirken, kum taşı ve marngibi yumuşak kayaçların bulunduğu sahalarda daha düz ya da basık şekiller oluşmaktadır.
Vadi kenarlarında dirençli kayaların bulundukları yerlerde daha dik yamaçlar bulunurken, yumuşak kayaçların bulundukları yerlerde daha eğimli yamaçlar yer alır.

Geçirimli kayaçlar içinden suyun geçmesine olanak sağlar. Geçirimsiz kayaçlar ise suyun sızmasını engelledikleri için buralarda yüzeysel akış oldukça fazladır. Kireç taşı, dolomit, jips ve anhidrit gibi eriyebilen kayaçların bulundukları saha da yeraltı sularının etkisiyle karstik şekiller gelişmektedir.
Kayalar ve Mineraller

Yer kabuğu içerisinde yer alan elementler bir araya gelerek mineralleri oluşturmaktadır. Minerallerin katı halde bir araya gelmesiyle kayaçlar oluşmaktadır.Kayaçlar genellikle iki ya da daha fazla mineralin bir araya gelmesinden oluşur.

Örneğin: granit; kuvars, mika ve feldspattan oluşan bir kayaçtır. Bununla birlikte yalnız bir mineralden oluşan kayaçlar da vardır. Kalker sadece kalsiyum karbonat (CaCO3) mineralinden oluşmaktadır. Yer kabuğundaki kayaçlardan birçoğu milyonlarca yıl süren bir süreçle oluşmuştur. Ancak volkanik sahalarda püskürerek yeryüzüne çıkan lavlar atmosfer ile temas ederek kısa bir zamanda katılaşıp volkanik kayaçları oluşturur.

TAŞLAR ÜÇ GURUPTA İNCELENİR
Read More

2011 Network Ayakkabı Modası - 2011 Network Ayakkabı Modelleri

22:44 0
2011 Network Ayakkabı Modası - 2011 Network Ayakkabı Modelleri






Read More

Madde Ve Elektrik - Madde Ve Elektrik ile ilgili Bilgiler

22:41 0
Elektriklenme ve Elektrik Yükü

Elektrik yükünü ileten maddelere iletken maddeler , iletmeyen maddelere de yalıtkan maddeler denir. Maddeler üç şekilde elektriklenirler.
1- Sürtünme ile elektriklenme
2- Dokunma ile elektriklenme
3- Etki ile elektriklenme

1- Sürtünme İle Elektriklenme

Bir cam çubuğu bir ipek parçasına sürtüp yalıtkan bir iple asalım. İkinci bir cam çubuğu yine ipek parçasına sürtüp birinci cam çubuğa yaklaştırırsak birbirini iter.
Benzer şekilde bir ebonit çubuğu yünlü kumaş parçasına sürtüp yalıtkan bir iple asalım. İkinci bir ebonit çubuğu yine yünlü kumaş parçasına sürtüp birinci ebonit çubuğa yaklaştırırsak yine birbirini iter.
Bir cam çubuğu ipek parçasına sürtüp yalıtkan bir ip ile asalım. Bir ebonit çubuğu yünlü kumaş parçasına sürtüp çam çubuğa yaklaştırırsak birbirini çeker.
Buradan şu sonuçlar çıkarılabilir : Maddeler sürtünme ile elektriklenebilirler. İki çeşit elektrik yükü vardır. Cam çubuk ve onun yükü gibi yüklere Pozitif ( + ) yük denir. Ebonit çubuk ve onun yükü gibi yüklere de Negatif ( – ) yük denir. Aynı yükler birbirini iter , farklı yükler birbirini çeker. Sürtünmede sürtünen maddelerden biri (+) yükle yüklenirse diğeri ( – ) yük ile yüklenir. Örneğin cam çubuk ipek parçasına sürtündüğünde cam çubuk (+) yük ile yüklenirken ipek parçası (-) yük ile yüklenir.
Durgun haldeki elektrik yüklerine Statik ( Durgun ) elektrik denir. Durgun halde bulunan elektrik yükleri arasındaki kuvveti ve bununla ilgili kavramları inceleyen FİZİK dalına Elektrostatik denir.
Nötr ozitif ve negatif yüklerin birbirine eşit olmasıdır.
Topraklama : Yüklü cisimlerin , iletken tel ile toprağa bağlanmasına topraklama denir.
Topraklama ile yükler toprağa veya yer küreye geçer. Yer küre elektrikçe nötr kabul edilir.
Topraklama bu şekilde gösterilir.

Elektroskop :
Bir cismin elektrik ile yüklü olup olmadığını yüklü ise hangi tür elektrik yükü ile yüklü olduğunu anlamamıza yarayan araçtır.
Elektroskopun her iki yaprağı aynı yük ile yüklenir.

2- Dokunma İle Elektriklenme

Yüklü bir cismi yüksüz elektroskopa dokundurursak elektroskopun yaprakları açılır. Yapraklarının açılmasının nedeni yüklü cisimden bir miktar yükün elektroskopa geçmesidir.
Yüklü bir cisim yüksüz bir cisme dokundurulduğunda onu da aynı cins elektrik yükü ile yükler. Buna dokunma ile elektriklenme denir.
NOT: Maddeler elektrik yüklerini dış yüzeylerine veya sivri uçlarına geçirirler. iç yüzeyleri ise yüksüzdür.
Birbirine dokunan cisimlerin elektrik yükleri bu cisimler tarafından paylaşılır. Yüklerin paylaşımı cisimlerin fiziksel özelliklerine bağlı olarak değişir. Küre şeklindeki cisimler birbirine dokundurulduğunda yükler kürelerin yarıçapları ile orantılı olarak paylaşılır. Levha şeklindekiler ise alanları ile orantılı olarak paylaşılır. Yük q ile gösterilir. Yük birimi C (Coulomb = Kulon) dur.
Yükü qA ve yarı çapı rA olan küre şeklindeki iletken A cismi ile yükü qB ve yarı çapı rB olan küre şeklindeki iletken B cismi birbirine dokundurulduğunda son yükleri şu formül ile bulunur :
qA’ = ( qA + qB ). rA qB’ = ( qA + qB ). rB
rA + rB rA + rB

Örnek .AKÇAY
A ve B iletken kürelerinin birbirine değdirilip ayrıldıktan sonraki yüklerini bulun.
Çözüm : qA(son) = ( qA + qB ). rA = ( 10q + 2q ) . 3r = 12q . 3r = 9q
rA + rB 3r + r 4r
qB(son) = ( qA + qB ). rB = ( 10q + 2q ) . r = 12q . r = 3q
rA + rB 3r + r 4r
Örnek :
A küresi önce B küresine değdirilip ayrıldıktan sonra C küresine değdirilip ayrılırsa A küresinin en son yükü ne olur.
Çözüm :
qA’ = ( qA + qB ) . rA = ( 7q + 3q ) . 3r = 10q . 3r = 6q
rA + rB 3r + 2r 5r
qA”= ( qA ‘ + qC ) . rA = ( 6q – 2q ) . 3r = 4q . 3r = 3q
rA + rC 3r + r 4r

3- Etki (Tesir ) ile Elektriklenme

Yüklü bir cisim yüksüz elektroskopun topuzuna yaklaştırılırsa yapraklar açılır. Yüklü cisim uzaklaştırılınca yapraklar kapanır. Böylece yüksüz bir cisim yüklü bir cismin etkisi ile yüklenebilir. Buna etki ile elektriklenme denir.
NOT : Yüksüz bir elektroskopa yüklü bir cismi yaklaştırırsak yapraklar cismin yükü ile aynı işaretli olarak yüklenir. Elektroskopun topuzu ise cismin yükünün ters işaretlisi yük ile yüklenir.

NOT : Yüklü bir elektroskopa aynı işaret ile yüklü bir cismi yaklaştırırsak yapraklar daha da açılır. ( Şekil a )
Yüklü bir elektroskopa ters işaret ile yüklü bir cismi yaklaştırırsak yapraklar biraz kapanır. ( Şekil b )

Etki ile elektriklenen yüksüz bir cismin , yüklü çubuğa yakın olan kısmı çubuk ile farklı cins elektrik yükü ile yüklenir. Uzak olan kısmı da çubuk ile aynı tür elektrik yükü ile yüklenir.

Etki ile elektriklenmede cisimler arasında yük alış verişi olmaz. Sadece cisim üzerindeki yükler ayrılır.

Yüksüz iki iletken :-) :-):-):-)l çubuk birbirine değecek şekilde yalıtkan iki cam bardak üzerine bırakılıyor. :-) :-):-):-)l çubuklara ( + ) yüklü bir cisim yaklaştırılırsa yüklü cisme yakın olan :-) :-):-):-)l çubuk (- ) yüklü olur. Diğer taraftaki :-) :-):-):-)l çubuk ise ( + ) yüklü olur. (+) yüklü cisim kaldırılmadan cam bardaklar ile birlikte :-) :-):-):-)l çubukları birbirinden ayırırsak yükler geri gidemez ve yakın olan :-) :-):-):-)l çubuk ( – ) yüklü kalır. Diğeri de ( +) yüklü kalır.

Yüksüz bir :-) :-):-):-)l üzerindeki elektrik yüklerinin :-) :-):-):-)le yaklaştırılan yüklü cismin etkisi ile ayrılması olayına etki ( tesir ) ile elektriklenme veya elektrostatik indüksiyon denir. Ayrılan bu yüklere de indüksiyon yükleri denir.

Örnek1 :
Birbirine değmekte olan A , B , C iletkenlerinin sağ ve sol tarafına eşit değerde (+) yük bırakılıyor. A , B , C ‘ nin yüklerinin miktarı ve türünü bulun.
Çözüm : Sol taraftaki yük (-) yükleri kendine doğru yani A ya çeker ve (+) yükleri iter. sağ taraftaki yük de (-) yükleri kendine doğru çeker yani C ye çeker ve (+) yükleri iter. Dolayısıyla (+) yükler B ye sıkışır. Sol taraftaki yük +q kadar yükü A ya çekerse +q kadar yükü de B ye iter. Benzer şekilde sağ taraftaki yük de -q kadar yükü C ye çekerse +q kadar yükü B ye iter. A = -q B = +2q C = -q olur.

Örnek2 :
Yüksüz silindirin içine (+) yüklü A küresi şekildeki gibi iç tarafa değmeden sarkıtılıyor. Silindirin iç ve dış yüzeylerinin yüklerinin cinsi ne olur.

Çözüm : (+) yüklü A küresi Nötr olan silindirdeki (-) yükleri iç tarafa doğru çeker ve (+) yükleri dış yüzeye doğru iter.

iç = – Dış = + olur.

Örnek3 :
Yüksüz silindirin içine (+) yüklü A küresi içten değecek şekilde bırakılıyor. Silindirin iç ve dış yüzeyi ile A küresinin yük bakımından durumu ne olur.

Çözüm : Maddeler elektrik yüklerini dış yüzeylerine verirler. iç yüzeyleri ise yüksüzdür. (+) yüklü A küresi silindirin iç tarafına değince yüklerini silindirin iç tarafına verir. Silindir de bu yükleri dış tarafına iletir. Dolayısıyla silindirin iç tarafı ve A küresi yüksüz olur ve Silindirin dış tarafı (+) yüklü olur.

iç = yüksüz
Dış =+
A küresi = yüksüz

Örnek4 :
(+) yüklü A küresi yüksüz silindirin dış tarafına değecek şekilde bırakılıyor. Silindirin iç ve dış yüzeyi ile A küresinin yükü ne olur.

Çözüm :
(+) yüklü A küresi yüksüz silindire dıştan değdiği için yüklerinin bir kısmını silindire verir. Silindir bu yükleri dış yüzeyine dağıtır. Silindiri iç tarafı yüksüz kalır.
A küresi = + yüklü
Dış taraf = + yüklü
iç taraf = Nötr

Örnek5 :
Yalıtkan iplikler ile asılı A küresi B küresini itip C küresini çekiyor. C küresi (+) yüklü olduğuna göre A ve B kürelerinin yüklerinin cinsi ne olur.

Çözüm :
A küresi C küresini çektiği için (-) yüklüdür.
B küresi A tarafından itildiği için (-) yüklüdür.

Örnek6 :
Yüklü M çubuğu yüklü X ve Y elektroskoplarına değmeden yaklaştırıldığında X in yaprakları biraz açılıyor Y nin yaprakları biraz kapanıyor. X ; Y ve M nin yüklerinin işareti için ne söylenebilir.

Çözüm :
M çubuğu yaklaştırıldığında X in yaprakları biraz açıldığı için X ve M aynı işaretlidir.
M çubuğu yaklaştırıldığında Y nin yaprakları biraz kapandığı için Y ve M farklı işaretlidir.

Örnek7 :
B ucu toprağa bağlı iletken cisme şekildeki gibi (+) yüklü cisim yaklaştırılırsa A ve B uçlarının yük durumu ne olur.
Çözüm :
A ucu (-) olur. B ucu ise topraktan negatif yükleri alarak nötr olur.

Örnek8 :
Şekilde özdeş elektroskoplardan E1 elektroskopu silindirin dış tarafına , E2 elektroskopu ise iç tarafına bağlanmıştır. (+) yüklü A küresi silindirin içine değmeden sarkıtılınca her iki elektroskopun yaprakları açılıyor. İletken A küresi içten silindirin dibine değdirilirse bu durumda elektroskopların yapraklarının durumu önceki duruma göre ne olur.

Çözüm :
Birinci durumda yani A küresi değmeden bırakıldığında şekil-1 deki gibi iç taraf (-) dış taraf artı olur.
Dışa bağlı E1 elektroskopunun yaprakları açık ve (+) yüklü olur.
İç tarafa bağlı E2 elektroskopunu yaprakları açık ve (-) yüklü olur.

İkinci durumda A küresi iç taraftan silindire değdiği için yükünü silindire silindirde dış tarafına verir. Dış taraf (+) yüklü olur. A küresi ve silindirin iç tarafı yüksüz olur.
Bu durumda :
Dış taraf bağlı E1 elektroskopunun yaprakları bu durumda da (+) yüklü ve açık olur.
İç tarafa bağlı E2 elektroskopunun yaprakları , iç taraf yüksüz olduğu için kapanır.

Sonuç: E1=Değişmez E2=Kapanır.

Yük Kaynağı Olarak Atomlar

Bir atom çekirdek ve çekirdeğin etrafında dönen elektronlardan oluşur. Çekirdekte pozitif (+) yüklü protonlar ve yüksüz nötronlar vardır. Atom kütlesinin hemen hemen tamamı çekirdektir. Elektronların kütlesi çekirdeğin kütlesine göre çok küçüktür. Nötr atomda proton sayısı ile elektron sayısı birbirine eşittir. Katı maddelerde hareket eden yükler negatif yüklü elektronlardır. Bir madde dışardan elektron alırsa negatif(-) yükle yüklenir dışarıya elektron verirse pozitif(+) yükle yüklenir.

Yük Miktarı , Elemanter Yük ve Yükün Parçacıklı Yapısı

Bir atomun yüksüz (Nötr ) olması o atomda hiç yük olmadığı anlamına gelmez. Pozitif (+) ve Negatif (-) yüklerinin birbirine eşit olması demektir.
Elemanter Yük (e.y) : Bir elektronun yüküne elemanter yük denir. 1e.y veya 1 ē = 1,6 . 10-19 C dir.
Bir elektronun yükü birim yük olarak kabul edilir. Bir elektron ve bir protonun elektrik yükleri değerce birbirine eşit fakat zıt işaretlidir.

İletken , Yalıtkan ve Yarı İletken Maddeler

Elektrik yükünü ileten maddelere iletken denir. Elektrik yükünü iletmeyen maddelere yalıtkan denir.
%2

alıntıdır : main-board
Read More

Paralel Kuvvetler Ve Ağırlık Merkezi - Paralel Kuvvetler Ve Ağırlık Merkezi ile ilgili bilgiler

22:39 0
Paralel Kuvvetler Ve Ağırlık Merkezi - Paralel Kuvvetler Ve Ağırlık Merkezi

1. Aynı Yönlü Paralel Kuvvetler Ağırlığı önemsenmeyen KL çubuğunun iki ucuna şekildeki gibi F1 ve F2 kuvvetleri uygulanıyor. Bu kuvvetlerin bileşkesinin büyüklüğü, kuvvetlerin cebirsel toplamına eşittir.
R = F1 + F2
Bileşke kuvvetin uygulama noktası, KL arasında ve büyük kuvvetin uygulama noktasına daha yakın olan O noktasındadır. Bileşkenin yeri, kuvvetlerin O noktasına göre momentlerinin eşitliğinden bulunur. O noktasına göre moment,
F1 . d1 = F2 . d2 dir.

Bileşkenin uygulama noktası ayrıca sistemin dengede kalması için uygulanacak dengeleyici kuvvetin de uygulama noktasıdır.KL çubuğunun F1 ve F2 kuvvetlerinin etkisinde dengede kalabilmesi için, O noktasından bir iple asılması veya O noktasına bir destek konulması gerekir.
İkiden fazla kuvvet uygulandığında, kuvvetler ikişerli olarak alınarak bileşke kuvvet bulunabilir. Ayrıca türdeş çubuğun ağırlığı verildiğinde orta noktasından ağırlık kuvveti gösterilip hesaba katılmalıdır.

2. Zıt Yönlü Paralel Kuvvetler
Ağırlığı önemsiz KL çubuğuna şekildeki gibi F1 ve F2 kuvvetleri uygulanıyor. Zıt yönlü iki paralel kuvvetin bileşkesinin yeri daima büyük kuvvetin dışındadır. Bileşke kuvvetin yönü büyük kuvvetin yönünde ve büyüklüğü de kuvvetlerin farkı kadardır. F1 > F2 ise R = F1 – F2 dir.
Bileşke kuvvetin uygulama noktası olan O noktasının yeri, yine F1 ve F2 kuvvetlerinin O noktasına göre momentlerinin eşitliğinden bulunur.
F1 . d1 = F2 . d2 dir.
Bileşkenin uygulama noktası, hiçbir zaman kuvvetler arasında olamaz.

AĞIRLIK MERKEZİ

Kütle skaler bir büyüklük olup madde miktarıyla ilgili bir özelliktir. Ağırlık ise, yerin cisme uyguladığı çekim kuvvetidir. Ağırlık vektörel bir büyüklüktür ve birimleri kuvvet birimlerinin aynısıdır.
Bir cismin ağırlık kuvveti düşey ve yerin merkezine yöneliktir. Bir cismin kütlesi Dünya ve uzayın hiç bir yerinde değişmez. Ağırlığı ise çekim ivmesinin değişken olmasından dolayı değişebilir.
Kütlesi m, yerçekim ivmesinin g olduğu
bir yerde cismin ağırlık kuvveti
G = mg dir.

Kütle ve Ağırlık Merkezi Katı bir cismin çok küçük madde parçacıklarından meydana geldiği düşünülürse, bu parçacıklara etkiyen yerçekimi kuvveti, yani parçacıkların ağırlık kuvvetleri paralel ve aynı yönlüdür. Bu kuvvetlerin bileşkesi cismin ağırlık kuvvetini, bileşke kuvvetin uygulama noktası ise, cismin ağırlık merkezini verir.

Türdeş madde: Aynı cins maddeden meydana gelen maddeye türdeş madde denir Örneğin türdeş çubuk denildiğinde,çubuğun her tarafı aynı maddedendir.Yarısı tahta ,yarısı demir olan bir çubuğa türdeş çubuk denemez.
Homojen madde: Her yerinde aynı özelliği gösteren maddeye homojen madde denir.

Şekildeki gibi iple asılan bir cismin ağırlık kuvveti ile ipin uzantısı çakışmıyorsa, cisim bırakıldığı gibi dengede kalamaz. Ağırlık kuvvetinin etkisi ile cisim döner ve bir kaç salınım yaptıktan sonra dengeye gelir.
Dengeye geldiğinde, ipin uzantısı ile ağırlık kuvvetinin uzantıları çakışır. Başka bir ifade ile, ipin uzantısı cismin ağırlık merkezinden geçer.
Bir cismin devrilmeden dengede kalabilmesi için, ağırlık kuvvetinin taban alanının sınırladığı bölgeden geçmesi gerekir. Eğer ağırlık kuvveti bu bölgenin dışına çıkarsa denge bozulur. Bir cisim ağırlık merkezinden asılırsa dengede kalır.
Düzgün Geometrik Yapılı Bazı Cisimlerin Ağırlık Merkezi
1. Türdeş çubuğun ağırlık merkezi, çubuğun tam orta noktasındadır.

2.Türdeş olan, kare, dikdörtgen ve paralel kenar şeklindeki levhaların ağırlık merkezi köşegenlerin kesim noktasıdır.

3. Türdeş üçgen levhanın ağırlık merkezi, kenarortayların kesim noktası olan O noktasıdır. Bu nokta kenardan 1 birim, köşelerden 2 birim uzaklıktadır. Üçgen levha eşkenar üçgen şeklinde olursa, kenarortayların hepsi eşit olur.

4. Türdeş küre, daire ve çemberin ağırlık merkezi, cisimlerin geometrik merkezleridir.

5. Türdeş silindir, dikdörtgen prizma ve küpün ağırlık merkezi, üst ve alt taban merkezlerini birleştiren doğrunun tam orta noktasındadır.

Ağırlık merkezi bulunurken aşağıdaki aşamalar takip edilir.

1. Önce cisim geometrik parçalara bölünür.
2. Sonra her bir parçanın ağırlık merkezinden ağırlık kuvvetleri gösterilir.
3. Ağırlık kuvvetlerinin şiddetleri belirlenirken ,türdeş çubuk için uzunluklar arasındaki oran, levha için alanlar arasındaki oran küre,silindir,prizma gibi cisimlerde ise hacimler arasındaki oran kullanılabilir.
4. En sonunda daa elde edilen paralel kuvvetlerin, bileşkesinin uygulama noktasının yeri bulunur. Bu nokta cismin ya da sistemin ağırlık merkezidir.

alıntıdır : main-board
Read More

Doğal Doku ve Oluşumu - Doğal Doku ve Oluşumu ile ilgili bilgiler

22:38 0
Doğayı doğa yapan büyük sırlardan biriside dokusudur. Çoğu kez doğa, yapısı zengin bir doku örtüsü altında gizlenmiş olarak görünür. İlk bakışta doğanın üstünde gerçek yapısından bambaşka bir kabuk, bambaşka yasalarla örtülmüş bir doğa dokusu var gibi gelir. Fakat yasalar araştırılırsa, bu doku düzeninin tamamen devinen ve gerçek yapının anlatımından başka bir şey olmayan örgü olduğu görülür. Başka bir deyişle, doku örtüsünün altında gizlenen doğanın gerçek yapısını bize çoğu kez yine ışık altında renklenerek beliren bu doku düzeni gösterir.

Yerbilim yapısına göre yer yer kayalıklar, yer yer toprak olan arazide, yalnız toprak kümelerinde yetişen bitki topluluklarının oluşturduğu seyrek bir doku bize ye yapısı hakkında bir düşünü verebilmektedir. Aynı biçimde volkanik bir kitleyi, kurak bir tarlayı, gevşek ve nemli bir toprağı hep dokuları aracılığı ile sezinleyebiliriz. Yapılarına göre doğada türlü dokular biz fışkırma, kuraklık, monotonluk, kısırlık ve verimlilik anlatımını verirler.

DOKULARIN ETKİLERİ

Doku, tüm çevresini saran, doğanın ve kişinin yapısını yüzey ve biçimlerini güçle karakterize eden bir öğe olarak karşımıza çıkar. Yöremizde her duruk(statik) cismin yapısı, her devingen cismin devinimi, bir doku oluşturmakla bizi dokuları ile etkilemektedir.

Doğada dokular çoğunlukla gerçek dokulardır. Gözlerimizi kapatarak parmaklarımızı bir ağaç kabuğu, bir portakal yüzeyi üzerinde veya bir kuzunun sırtında gezdirdiğimizde birbirinden ayrı etkilerle uyarılırız. Aynı biçimde, karanlıkta bir odada iken parmaklarımızla cam ve duvar yüzeyleri dokuları sayesinde ayırt edebiliriz. Bütün yüzeyler, dokunulduğunda bize dokusal duygulanmalar oluşturur. Bu sebeple, yüzeylerin kendilerine özgü farklı dokusal etkileri ve değerleri vardır. Dokusal değerler nesnenin yüzey niteliğine bağlı olarak etkilenmektedir.

1-Kaba pütürlü dokular,
2-Orta pütürlü dokular,
3-Az pütürlü-pütürsüz dokular.

Parmakla algılanan gerçek dokular, kişi üzerinde kabalık, yumuşaklık, kaypaklık, soğukluk gibi duygusal etkiler vermektedir. Otların, betonun, toprağın, ipeğin, kağıdın, karın ve ağaç kabuğunun dokuları, parmaklarımıza çok ayrı anlamlar verirler. Örneğin, bir kumaş mağazasında, bütün alıcılar kumaşlara parmakları ile dokunarak onun yüzey niteliğini anlamak isterler. Ancak parmaklarımızla sezinlediğimiz dokunsal sezi yanında gözümüze etki eden görsel sezide vardır. Bunlar, renklerle, motiflerle, değerlerle oluşmuş iki boyu öğelerdir.

DOKU VE İŞLEV

Doğada geçek doku, çoğu kez bir işlev anlatımıdır. Nesne yapılarında da ancak böyle oldu zaman doku bir değer kazanmaktadır. Bu konuda da bireyler en büyük yapıtlarını yine doğadan almaktadırlar. Doğada canlı ve cansız tüm yaratıklar bir çok işlevlerini türlü dokularla çözmüşler. Bunun nedenlerini kendi yasaları içinde yaşama ve sürekliliklerini sürdürmek zorunluluğundandır.

Örneğin, kaplumbağanın koruyucu kabuğu, kirpinin dikenli dış yapısı, bukalemunun bulunduğu çevreye uyumu, ısırgan otlarının dokunulduğu zaman rahatsız edici olan dokuları sayesinde korunmalarıdır. Bireyler, öykücülüğe ve doğadan örnekler alarak kendilerini korumak için, göze batması istenilmeyen her şeyi dokuları sayesinde uydurmaya çalışmışlardır.

Doku, işlev anlatımı olduğu zaman yadırganmaz. Bir zımparanın dokusu göze hoş gelebilir. Kullanıldığı yere göre belki de görsel etkiler oluşturabilir. Fakat dokunduğumuz zaman olumsuz duygularla karşılaşabiliriz. Aynı zamanda, iri pütürlü adi sıva iç mekanda kullanıldığı zaman rahatsız edici olur.

Doku yardımıyla devinim ve sürtünme işlevini doğa türlü biçimlerde çözmüştür. Bu kendi yaşama koşulları içinde tüm canlı yaratıklarda görülebilir. Bireylerin erince kavuşmak, içinde rahatça yaşamlarını sürdürmek için işlevlerden doğan yapılarda, mağazalarda çağdaş makine olanakları sayesinde çok türlü nitelikte biçimler oluşturmak olağandır. Önemli olan bu değerleri yerli yerinde kullanmaktır.

Mimarlıkta, türlü işlevlerin zorunluluğu olarak tüm yapıtlarda doku değerleri ile karşılaşmaktayız. Yapının işlevine uygun olarak çevresiyle ve yapısal değerinin belirlenmesi bir gerçektir. Çünkü, tüm bu görüntülerde çoğu kez iç işlevleri yansıtan, yönlere ve çevreye uygun bir biçimde çözülmüş olmasıdır. Doğada ve tüm yapıt ve teknoloji dallarında olduğu gibi, mimarlıkta da işlevleri sayılmayacak kadar çok olan doku ıraları yepyeni bir bakışla değerlendirilmesi gereklidir.

DOKU VE DİRENÇ

Bu güne kadar mimarlıkta kullanılan doku kavramı, sadece gereç ile ilgili bir görsel kavram olarak olagelmiştir. Oysa, gerecin dokusu mimarlıkta görsel olduğu kadar statik olarak da katılmaktadır. Doku sadece göze hoş gelmekle, sadece görsel olanakların çok çeşitli anlatımlarına erişmekle kalmayıp, aynı zamanda gerecin direnci üzerinde de roller oynamaktadır.

Dümdüz bir dokuya iyi iken hiçbir direnimi olmayan birçok gerecin, belirli bir biçimde pütürleşerek, buruşarak, çizgileşerek çok yüksek direnimlere ulaştıkları doğada sıkça görülür.
Bu sayısız örneklerden biride deniz kabuklarıdır. Tonlarca su ağarlığına direnebilmek için aslında çok ince ve direnimsiz olan kabuk, kendisine uygun bir doku oluşturmuş ve bu sayede yüksek bir direnç kazanmıştır. Deniz kabuğunun ilkel çağlardan beri göz önünde duran bu yasalarını insanoğlu milyonlarca yıl sonra, teknolojide kullanacaklardır.

Bugün ince gereç ile yüksek direnç elde etmek ancak gerece istenilen dokuyu vermekle mümkün olabilmektedir. En yalınç oluklu çinko plaklardan, büyük açıklıkları geçen betonarme dizgelere kadar, doku ile kazanılan direnimler artık hesaplarla matematiksel olarak bulunuyor.

İÇ MEKANDA RENK VE DOKU SEÇİMİ

Mimarlıkta mekan, kişiyi, madde ve yüzeyin ortaklaşa etkilediği bir hacim kavramıdır. Mekan anlayışına bu iki öğeden biri olan, maddenin gerecinin renk ve doku değerleri önemli katkıda bulunur.

İşlevden doğan renk ve dokuda, ışık, devinim, kesilmeler, tekrar, uygunluk-zıtlık, ton-değer gibi üçüncü boyutta yürüyen, bağlanan mekanlarda bu öğelerin aldığı türlü değerlerin yakınlık ve uzaklık bağlantılarının kurulması, kişi önünde çok önemli görsel ve algısal etkiler oluşturmaktadır.

İç mekan kavramında uzaklık ve gerecin görsel bir algı olduğu düşünülürse; buradaki uzaklık kavramının, doğrudan doğruya gerecin plastik değerlerine bağlı olarak oluştuğu, mutlak bir kavram olanağından yoksun olduğu görülür. Nedeni: sayısal ölçü ile durağan olan uzaklıktaki gerece türlü plastik değerler katkısıyla, görsel uzaklık kavra mı değişebilir.

Yani, sayısal uzaklık kavramıyla görsel olarak duyulan uzaklık her zaman aynı değildir. Çoğu kez ayrı ayrı biçimlerdedir. Bu nedenle, sayısal olarak bir ara kavramı kendini sınırlayan öğeler ile türlü düzenler hep başka türlü uzaklık verirler.

Açık-koyu, sıcak-soğuk renklerle elde dilen yakınlaştırıcı ve uzaklaştırıcı uygulamalar yanı sıra, yanı eş dokuları kullanarak elde etmekte olağandır. Gerçekte mekanı sınırlayan gereç ile, mekanın kendisi ayrılmaz bir bütündür. Mekanı oluşturan gerecin plastik değerleri o mekandan asla kopuk olamaz.

Gereci yansıtan bir dokunun uygulandığı durumlarda, mekan içinde yaşayan bireyde fiziki aldanmanın vereceği fiziksel tedirginlik belirir ki, bu da gereç ile mekanın birliğini koparan, ayıran, hemen hemen ilişkilerini kesen, öğe noksanlığını yaratan bir etken olur.

Bu nedenle, mekanın sınırlamasında bir fiziki uzaklık vardır ki, bu gerecin fiziksel özelliklerine, değerlerine bağlı olduğu gibi, mekan sınırlamasındaki fiziksel sağlamlığın görsel olarak da belirtilmesi demektir. Gerecin, bu gerçek anlatımına kavuşmasına en büyük yardımcısı dokusudur.

Başka birçok durum içinde bu böyledir. Örneğin, konutlarımızın en dural köşelerinde bile mekan anlayışı açık bir aşama gösterir. Artan açıklıklar, yaşama mekanlarının içi ve dışı çözüm bekler. Bütün bunlar yapı tasarımı biçimine ve renk kullanışına yankılamaktadır. Böylelikle de pencere büyütülmüş ve renkler açılmıştır. Böylece mekan, duygusu artan bir hacim kavramını geliştirdi. Çağımızda mekan, geçmiş zamanlara nazaran faklı sezinlendiği için mekan içindeki dokuların temel ilkelerinin aynı olma zorunluluğu vardır.

Bu nedenle bir mekan dokusunu oluştururken iki ana öpe üzerinde durmamızda yarar vardır.

1.Mekanı oluşturan yüzeylerin biçimlendiği hacimler,
2.Bu hacimlerde işleve ve gereksinmeye bağlı olarak yer alan gereçler.

Bu mekan kavramlarını, çok iyi yaşamak ve gerecin mekan içindeki yerini, o gerecin dokusu ve rengine göre yapacağı ruhsal etkiyi de düşünerek çok iyi bir biçimde tasarlamak zorundayız. Böylece mekan ruhla dolmuş ve beslenmiş olur.
Mekan kavramı mimarlığın gerçek ilkelerinden biridir. Bir anlamda, mimarlık, mekan içinde mekan sanatıdır. Bu mekanda, kişi yaşar, devinir, kısacası tüm yaşamını geçirir. Sonunda o kişinin kendi çevresinde yaratmak ve içinde yaşamak zorunda olduğu gerçek sanat atmosferinin kendisidir. Bu atmosfer, dünyanın her bölgesinde, orada yaşayan topluluklara göre ayrı bir anlatım taşır. Bölgenin doğal ve sosyal yapısı bu nedenle önemli bir etmendir.

İÇ MEKANDA RENKSEL VE DOKUSAL DENGE

Çok iyi kullanılmış renk ve doku düzenleri bize her zaman aynı hacimsel değerleri vermez. Bu nedenle, iç mekanlar arasında bir denge kurmak zorunluluğu vardır. Bu da, renk ve doku olaya girmeden yapının ırasına girmeden uygun bir hacimsel denge kurmakla oluşur.

İki boyutlu yüzey (düzlem), üçüncü boyuta (biçime) geçerken hacimsel dokuyu oluşturduğunu görürüz. Ancak hacimsel dokuyu saptamadan önce, onu oluşturan yüzeyleri şeklini ve bu şekillerin birbirlerine olan akışını çok iyi olarak kurmamız gerekir. Örneğin., bir yapıda gerekli yüzeylerden çıkan alanları ve bu alanların kullanılacağı işlevlere göre bir tasarım düşünülür. Bu tasarımda, hacimlerin birbirine akışını sağlayan düşey boşluklarla hacimleri dışa bağlayan boşlukların iyi biçimde saptanması gereklidir.

Çok güzel dengelenmiş bir hacimde bilinçsiz kullanılan gereç ve renk o hacmi bozabilir. Bazen bu hacimsel deneyi yükseklik ayırımları ile veremediğimizde, bu denge renk ve doku düzenlemesi ile ayarlanabilir. Örneğin, yüksek bir tavanı koyu renge boyayarak alçak yada alçak bir tavanı açık bir renge boyayarak yüksek gösterebiliriz.

Hacimlerin oluşumunda ikinci etkende, bu hacimlerin düzenlenmesinde kullanılan gereçlerin biçimleridir. Çünkü istediğim ölçüde düzenli hacimler düzenleyelim, biçimde ve yerinde kullanmazsak hacim kavramı ortadan kalkar. Bu nedenle, oylukların düzenlenmesinde, mekanın ırasına ve işlevine bağlı olarak tüm durağan ve devinimli uyuşum içinde olması gerekmektedir. Bu mekanların görsel ve fiziksel olarak iyi bir etki yaratabilmesi bu nedenlere bağlıdır.

Hacimlerin arasındaki bu denge, yapı ırasına bağlı olduğu kadar bölge ırasına da bağlıdır. Böylece, tüm bu koşullar o bölgenin getirdiklerine uygun hacimler oluşturur, ve yerleşme dokusunu doğurur. Birbirlerine bağlı bu hacimler ne kadar bilinçli yapılırsa, bireyler huzur içinde yaşar ve çevreyi yadırgamazlar.

DIŞ YÜZLERDE RENK VE DOKU SEÇİMİ

İç mekan ve yüzeylerin gereksinme ve işlevine bağlı olarak, renk ve doku seçiminden sonra, bu öğelerin dışa vuruşunda oluşturduğu yüzeylerin renk ve doku sorunun ortaya çıktığı görülür.

Her çağın, her yörenin tüm yaşamlarını yansıtan geleneksel halk sanatları ve mimarisidir. Öyle ki, bu geleneksel sanatlar iç ve dış mekanlarda, kişiyle, doğasıyla içli dışlıdır. Çağımızın zorunlu gerçeği olarak değişimine uğrayınca, kendi içinde bu içli dışlı denge sarsılmaya başlamıştır. Özellikle değişen yapı dizgelerinin hızla gelişmesi, iç mekanda ve düzeyde geleneksel yaşamdan kopma süreci içine itmiştir.

Bu düşünüden giderek, olanakların elverdiği biçimde, geleneksel yapım dizgelerine bağlı kalmak, bu dizgeleri çağdaş koşullara göre, yeni yapım dizgelerine uydurmak zorundayız.
Mimar olarak bu görüşü tüm yapım sanatımızda sezmek, yaşatmak ve iç mekanda olduğu gibi yüzeylerin oluşumunda da aynı seziyi duymak ve yaşamak görevimizdir. Bu nedenle, yüzeyleri oluşturan renk ve doku kavramı, tek başına yeterli değildir. Çünkü, mekanıyla, gereciyle, biçimiyle birlikte yaşayan bireyler bir bütün sağladığı zaman renk ve doku bir anlam kazanır. Aksi durumda, yapı, boşlukta süreklilik sağlamayan bir öğeden öteye gidemez ve ruhsuz bir anlam taşır.

Bir yüzeyin renk ve dokusu, gereksinme ve işlevlerden meydana gelen bir takım doluluk ve boşluklardan oluşur. Bunlar, mekanları sınırlayan dolu yüzeyler, ve mekanları bağlayan boşluklardır. Bu öğelerin yerleri ve ölçüleri hem iç hem de dış mekanda titizlikle saptanmalıdır.

Bu saptamada en önemli etmen, yapım dizgesi ve bu dizgeye göre uygulanan gereçlerdir. Örneğin, yığma yapılarda doluluğu veren yüzeyler hem taşıyıcı hem de bölücüdür. Bunların oluşturduğu yüzey dokusu daha çok doluluk sezisi verir. Oysa, yeni yapım dizgelerinden olan karkas yapılarda taşıyıcı olarak ince yapılı kolonlar kullanılmaktadır. Bu nedenle, yüzeylerin oluşumunda değişik oyunlar ve yapısal değişiklikler sağlanır. Böylece, doğal gereçlerin yanında yapay gereçlerde doku olarak yüzeylerde kullanılmaya başlanmıştır.

Bu koşullar altında sanatçı yapacağı yapım dizgesini ve dizgeye bağlı olarak yüzey dokusunu oluşturur. Bu yüzey oluşumunda bazı mimarlar, matematiksel dizgelere göre, bazı mimarlar ise iki boyutlu resim düzlemin göre düzenleme yaparlar.

Birinci biçimde dizge rasyonel bir çözümdür. Ölçüler üstünde verilecek bir karar matematiksel sağduyuya göre saptanır. İkinci kural ise en çok kullanılan yöntemdir. Burada sanatçı, iç anlatımları veren çeşitli görünüşlere göre yüzeyleri oluşturur. Burada verilen kararlar sanatçının yaratıcılığına bağlıdır.

Konunun derinliğin inilince, mimar olarak sezdiğimiz sonuç; Her ülkenin tüm olanak ve koşullarına, halk yaşamlarını yansıtan ilkel, geleneksel ve çağdaş yapılarının ayrılığıdır. Bu nedenle yapıların oluşumu çağlara göre sürekli ilerleme göstermektedir. Burada önemli olan geleneksel toplum yaşamını bozmadan yapıcı kaynaklar aramaktır.

alıntıdır : main-board
Read More

Post Top Ad